BİR   İSTANBUL   MASALI

SELAHATTİN    KARAGÖZ

 

İTHAF

Bu eseri ve okuyanların duygu, dilek ve dualarını,

beni işe alarak İstanbul iş ve aile hayatıma destek veren,

İş hayatımda elde ettiğim başarılarda katkıları olan,

İstanbul İş hayatının sevilen iş adamı,

aradan geçen 8 sene sonunda, 

işealdığı kişiden iş istemek zorunda kalan,

tevazu ve cömertlikte üstün vasıfları olan,

hakkında hiç kötü bir şey duymadığım,

sevgili patronum, ağabeyim, büyüğüm,

genç yaşta rahmeti rahmana kavuşan,

Selahattin Karagöz’e  ithaf ediyorum.

 

 

ÖNSÖZ

Adını “Bir İstanbul Masalı” koyduğum bu kitap aslında Selahattin Karagöz’ün bir başarı hikâyesidir.

1980’li yıllardaİstanbul’unda yaşamanın, hayatta ve ayakta kalmanın zor olduğu bu şehirde, bütün zorlukları aşarak adından başarılı işadamı diye bahsettiren Selahattin Karagözün,Ahmet Aydınlı ile kesişen hayatından 8 yıllık bölümünün hayat hikâyesidir.

Selahattin Karagöz aslen Denizlilidir. Amcası Avukat Mustafa Karagöz, İstanbul’un sayılı avukatlarındandır. İstanbul’da İktisadi Ticari İlimler Akademisindeüniversiteyi okumuş ve amcasının kızı ile evlenmiştir. 

İş hayatına 1970’li yılların sonuna doğru Türkiye’de ilk defa çelik portatif rafı üreterek başlamış, Surraf çelik raf fabrikasını kurmuştur. 

1980’lerde işlerini ilerletip yanına yeni ortaklar bularak Orsel Çelik Eşya ve Mobilya Fabrikasını kurmuştur. Orsel’inde içinde olduğu yedi şirketin de ortağı olarak Oras Holding’i Orhan Asiltürk’le birlikte kurmuşlardır. Zamanla ortakların sayısı beşe kadar yükselse de esas büyük iki hissedar Orhan Asiltürk ve Selahattin Karagöz’dür. 

Selahattin Karagöz, lüks yaşamayı seven, çevresinde sevilen, sayılan, cömert, hayırsever, yardımsever,merhametli ve vicdan sahibi bir kişiliktir.

İşyerine iş istemeye gelen herkese iş vermiş, aş vermiş, yardım istemeye gelenlere yardım etmiş, camiye, okula, sağlık ocağına yardım için gelenleri geri çevirmemiştir.  Yoksula, muhtaca kol kanat germiştir.

Çok iyi kalplidir. Kimsenin hakkında kötü düşünmemiştir. Birine kızsa bile yüzüne vurmamış içine atmıştır. İstemediği bir şeyi bertaraf ederken bile hassas davranmış, kendi tabiri ile “ ne kızı vermiş ne de dünürü darıltmıştır”.

Olaylara hep olumlu ve pozitif yaklaşmış, haksızlık ve kötülük yapmayı düşünmediği gibi kendisine de yapılmayacağını zannetmiştir.

Bu karakteri onun çevresinde çok sevilmesine sebep olurken, aynı zamanda iş hayatında başarılı olmasını da sağlamıştır.

Ancak hayat iyiler ve iyiliklerle dolu iken, aynı zamanda kötülüklerle ve kötülerle de doludur. Onun bu iyi ve güzel yönlerini istismar eden, en yakınından en uzağına çevresindekilerin birçoğu onun iş hayatında çökmesine sebep olmuştur. 

Yanında işe aldığı birinin yanında çalışmak zorunda kalarak hayata veda etmiştir. Bu roman ibretlik ama tamamen gerçek ve yaşanmış bir hayat hikâyesidir.

Onun tecrübeleri bizlere ışık olmuş, iş hayatımızda yolumuzu aydınlatmıştır. 

Ahmet Aydınlı

Denizli  

06.07. 2019

 

İSTANBUL 

 

1980’li yılların ortasıydı.

Denizli’ninÇal İlçesi Hançalar kasabasındaki bereketli topraklarda bamya toplayan ailenin en büyük çocuğu Ahmet 25 yaşında güneşten yanık çehresiyle saf, masum bir Anadolu çocuğu;  üniversiteyi bitirmiş iş arama peşindedir.

1986 yılının eylül ayı. Hançalar kasabasında üzüm sergileri yapılmakta. Ardından pekmezler kaynatılacak. Derken sirkeler, turşular, salçalar, kışlık  hazırlıkları.

Ahmet ailesine İstanbul’da iş aramaya gideceğini söyledi. İstanbul’da otobüsçülük yapan Yusuf amcası, ona İstanbul’a gelirse iş bulmasına yardımcı olacağını söylemişti. Denizli’den başlayan otobüs yolculuğu 12 saat sonra İstanbul Topkapı Otogarında bittiğinde güneş İstanbul’un semasında yenice yükselmeye başlamıştı. 

Sisli bir eylül sabahında başladı İstanbul masalı.

Ahmet Topkapı Otogarının kapısından surlara doğru ilerleyip İstanbul’da olmanın şaşkınlığı ile sağa sola bakınırken, filmlerde gördüğü İstanbul’un kalabalıkları, birbirine değecekmiş gibi akan trafiği, sürekli çalan korna sesleri ve sağa sola telaşla koşuşturan insanlar şimdi gözünün önündeydi. 

Neden sonra karşıdan el sallayarak gelen amcasını gördü. Amcası onu almaya gelmişti. Elini öptü. Köyden getirdiği üzüm kolisi ile okul yıllarından kalma valizini alarak minibüslere doğru yürüdüler. Sıkış tepiş bindikleri Topkapı Bayrampaşa minibüsünde ayakta zor yer bulurken ellerindeki koli ve valizi bir kenara sıkıştırdılar. Yaka paça zar zor indikleri minibüsten evlerinin sokağına saptılar. Yenidoğan Mahallesinde bir apartmanın ikinci katıydı burası. Kapıyı açan yengesine elindeki koliyi teslim ederken onun da elini öptü Ahmet. Anadolu geleneğinde adetti. Bir yere ziyarete gidildiğinde küçükler büyüklerin ellerini öperlerdi. Bir saygı ve hürmet ifadesiydi. 

Sabah kahvaltısının ardından amcası Ahmet’e kendisinin de çalıştığı ve kayınbiraderi olan Selahattin Karagözün mobilya fabrikasından bahsetti. Ona gitmeleri halinde ya kendi iş yerinde veya bir arkadaşının iş yerinde iş bulmaya yardımcı olabileceğini söyledi. Amcasıyla Maltepe Sanayi Sitesindeki fabrikaya gittiler. 

İki tarafı beş katlı sanayi sitesi olan uzunca bir sokağın içinde sıra sıra demir kepenkli fabrika kapılarının birinden girdiler. Kapıda hem kapıcı hem bekçilik yapan babacan bir adam vardı. Selahattin Bey’e geldiklerini söyledi amcası. Bekçi bir sevinçle üzerinde sekreter yazan kapıya doğru koştu. Selahattin Bey’in misafirleri var dedi. Ardından da ekledi:

-Enişte hoş geldin.

“Herkes bana enişte der burada” dedi amcası. Selahattin Bey de öyle dermiş kendisine. 

Yerden tavana kadar ceviz kaplama duvarların çevrelediği, ceviz kaplama masanın ardındaki oldukça bakımlı sekreter bir telaşla arkasında “Yönetim Kurulu Başkanı “ yazan kapıdan içeri daldı. Girmesi ile çıkması bir oldu. 

-Enişte buyurun, Selahattin Bey sizi bekliyor dedi.

-Teşekkürler Füsun Hanım, dedi amcası.

İçeriye geçtiler. Saygıda kusur etmemek için yarı açık duran kapıyı hafifçe çaldılar. 

Odanın yarısına kadar gelen büyükçe bir ceviz kaplama masanın arkasında oturan zayıf, esmer, güler yüzlü, 38-40 yaşlarında, zarif, kibar tam bir  İstanbulBeyefendisi  Selahattin Karagöz yerinden kalkıp yanlarına kadar gelip “hoş geldin enişte” diyerek elini sıktı amcasının. Amcası da yanında duran Ahmet’i göstererek, benim yeğenim dedi. Kendisi üniversiteyi bitirdi. Askerliğini yaptı. Şimdi iş bakıyoruz. Kendisine yardımcı olursan sevinirim, dedi. 

Selahattin Bey, alıcı gözlerle Ahmet’i süzdükten sonra:

-Hoş geldiniz.

-Hoş bulduk efendim.

-Hangi okulu bitirdiniz?

-Bursa İktisat Fakültesi.

-Ben de İstanbul iktisat Fakültesi mezunuyum.

Sonra YusufBey’e dönerek:

-Enişte biliyorsun bizim çocukların kimisi ilkokul, kimisi lise mezunu, Ahmet ise üniversite mezunu. Onların içinde olursa iyi olur.Bizim fabrikada pazarlama müdürü olarak işe başlasın, dedi. 

Sonra da sekreterini çağırarak muhasebe müdürü Mehmet Bey’e Ahmet’i yönlendirmesini söyledi. 

Ahmet ve amcası teşekkür ederek çıktılar Selahattin Bey’in odasından. Ne kadar da ihtişamlı bir odaydı. Her tarafı ceviz kaplı duvarlar, büyük masalar, cevizden oymalı koltuklar, kırmızı kadife perdeler,  kısaca her yer buram buram zenginlik kokuyordu.  

Füsun Hanım Muhasebeci Mehmet Bey’i aradı. “Selahattin BeyYusuf Eniştenin yeğeni Ahmet Aydınlı’yı pazarlama ve ihracat müdürü olarak işe aldı, size geliyor, kendisine çalışacağı odayı gösterir misiniz” dedi. 

Ahmet duyduklarına inanamıyordu. Koskoca Selahattin Karagöz’ün bir yakını olarak işe alınmıştı. Ve çalışacağı oda gösterilecekti. 

Amcası ile birlikte ikinci kata çıktılar. 

Muhasebe Müdürü Mehmet Beyonları yan koridordaki bir odaya götürdü. Kapıda Satış, Pazarlama ve İhracat Bölümü yazıyordu. Muhasebe Müdürü Mehmet Bey yarı açık kapıdan girdiklerinde Satış Müdürü Vedat Bey’le tanıştırdı onları. “Selahattin Bey’in Eniştesinin yeğeni Ahmet Aydınlı, yeni pazarlama müdürümüz” dedi. Vedat Bey’in tanışmaktan pek memnun olmadığı halinden belliydi. Nerden çıktı bu yeni müdür?Veya,patronun bir akrabası daha geldi, der gibiydi. Zoraki bir gülümseme ile köşedeki boş masayı gösterdi.  Amcası,biraz oturup, hayırlı olsun diyerek ayrıldı yanından. 

Uzunca odanın öbür ucunda bir masa vardı. Anlaşılan Ahmet bu masada çalışacaktı. Masasına geçti, masanın tozunu sildi. Üzerindeki masa takvimini düzeltti. Masada duran boş ajandaya 25 Eylül 1986 tarihini attı. “İstanbul’da Orsel Çelik Eşya Ve Mobilya Fabrikasında işe başladım”. 

İlk günü odada olup bitenleri izlemek, konuşulanları dinlemek, kendisine hoş geldin diyenlerle, en çok da odada içilen yoğun sigara dumanı altında geçti. Vedat Bey ve ona gelen herkes sigara içiyordu. Ahmet ise hayatında eline dahi almamıştı. Yeni olmanın verdiği ürkeklikle o dumanlı ortama dayanmaya çalışıyordu. Ara sıra dışarı çıkıp boya ve vernik kokulu koridordan nefes alıp tekrar odasına dönüyordu.

Akşam olup da amcasının evine gittiğinde yemekte konuşulan tek konu Ahmet’in Selahattin Bey’in fabrikasında işe başlaması idi. Amcası sürekli tembihlerde bulunuyordu. Aman dikkat et, çok çalış, beni mahcup etme, kendini kabul ettirmeye bak, burası senin geleceğin… gibi sözler peş peşe geliyordu. 

Ahmet’in ise kafasındaki sorular başkaydı. Ne kadar maaş alacaktı acaba, bu para ile bir ev kiralayabilecek miydi, eşi ve iki yaşında bir kızı vardı. Onları nasıl ve ne zaman getirebilecekti İstanbul’a. Bu koskoca İstanbul’da nasıl yaşayacaklardı. Yoksa filmlerde gördüğü gibi yokluk ve sefalet içinde köyüne geri dönmek zorunda mı kalacaktı. 

Bütün bunları düşündükçe içindeki endişe dalga dalga büyürken, başarısız olma korkusu yerini hırsa bırakıyordu. Mutlaka başarılı olmalıydı. Koskoca üniversite mezunu, ufku ve özgüveni olan birisi olarak işinde başarılı olmalıydı, çevresinde sevilen sayılan biri olmalıydı. Evi ve arabası olmalıydı. Bunun için ise çok para kazanmalıydı. Acaba Selahattin Bey kaç para verecekti? Bu sorularla uykuya daldığında saatler gece yarısını çoktan geçmişti.

 

 

 

ORSEL ÇELİK EŞYA VE MOBİLYA FABRİKASI

 

Ertesi gün işe gittiğinde satış müdürü Vedat Bey ona fabrikayı gezdirdi. Burası büro mobilyaları yapan bir fabrika idi. Fabrika altı bölümden oluşuyordu. 

İlk bölüm çelik bölümü idi. Bu bölümde profil olarak gelen demirler ve saçlar soyunma dolabı, çelik raf, sandalye ayağı, masa ayağı olarak kesilip delinip kaynak oluyordu. 15-20 kişi çalışıyordu. Çalışanların içinde köylüsü Arif Ustayı gördü. Demek ki o da burada çalışıyordu. Zaten geçen sene Selahattin Bey’in akrabalarından bir kızla evlenmişti.  Kesif bir metal ve kaynak kokusu vardı. Demir sesleri içinde dolaştılar ve çıktılar.

İkinci bölüm ahşap bölümüydü. Burada ceviz, meşe, çam, kayın vb. ağaçlar mobilya yapılmak üzere kesilip biçiliyordu. Her tarafta havada uçuşan hızar tozu ve kereste kokusu vardı. 15-20 kişi de burada çalışıyordu.

Üçüncü bölüm boyahane idi. Burada ağzında maske, ellerinde boya tabancalı işçiler vardı. Çelik ve ahşap bölümünden gelen mobilya parçalarını boyuyorlardı. Kesif bir tiner ve boya kokusu vardı. Bir an önce çıkmak istediler. 5-6 kişi çalışıyordu. 

Dördüncü bölüm koltuk bölümü idi. Büro koltukları, deri, suni deri veya kumaşile kaplanıyordu. Tavana kadar istiflenmiş süngerler ve dikiş makineleri ile ellerinde zımba tabancalı kadın ve erkek işçiler vardı. 10 - 12 kişi idiler.

Beşinci bölüm satış ve sergi alandı. Fabrikanın en temiz, en süslü, en gösterişli salonu burasıydı.  Üretilen bütün malların bir örneği burada sergileniyordu. Mal almaya gelen müşterilere, bayilere buradan satış yapılıyordu. Vedat Bey’in günde 10-15 defa, her gelen müşteri ile ve her alınan siparişte girip çıktığı yerdi burası. Satış bölümünde köylüsü ve Selahattin Bey’in halasının oğlu Ahmet ile karşılaştılar. 

Bu arada Doç Mehmet dedikleri köylüsü Mehmet Gider’i gördüler. Sevkiyata mobilya taşıyorlardı. Selamlaştılar. Doç Mehmet: “Ahmet hoş geldin,ben de burada çalışıyorum, görüşürüz sonra” dedi. 

Bu sırada Selahattin Bey’in şoförü geldi yanlarına. Vedat Bey Ahmet’i onunla da tanıştırdı. Sonra bir açıklama yapma ihtiyacı duydu. “Ahmet Bey kardeşim burada üç Mehmet var” dedi. Biri Muhasebe Müdürü Mehmet, biri ŞoförMehmet, diğeri de Dodgemarka kamyonet kullandığı için DoçMehmet” dedi.

Altıncı bölüm ise fabrikanın arka çıkış kapısına yakın olan büyük bir depo idi. Sevkiyat müdürlüğü yazan tabelanın altında büyük harflerle depo yazısı vardı. Kapıda yüklenen bir tır ile sıra bekleyen iki tır vardı. Vedat Bey büyük bir heyecanla sevk irsaliyelerini eline aldı, yüklenen mallara refakat etti. Hangi mal kime ve hangi şehre gidiyor diye tek tek kontrol ettikten sonra birlikte yine odalarına geri geldiklerinde öğle yemeği saati gelmişti. 

Vedat Bey’le birlikte fabrikanın en üst katındaki yemekhaneye girdiklerinde kalabalık bir işçi grubu ile karşılaştılar. Yaklaşık 300-400 kişi civarında idiler. Hâlbuki aşağıda fabrikada gördükleri işçilerin toplamı 50-60 kişiyi geçmezdi. Kimdi bunlar peki? 

Yemeklerini alıp masalarına geçtiklerinde Vedat Bey anlatmaya başladı:

-Burası bir holding. Adı da Oras Holding. OrhanAslıtürk’ün kısaltılmışı. Toplamda yedi şirket var. Bu binada olan işçiler burada yemek yiyorlar. Başka yerlerde olanlar da var dedi. Burada tekstil, mobilya üretim ve ihracat firmaları var, başka bir yerde film şirketi var, bir de İstanbulspor Futbol takımı var. 

Ahmet iyice meraklanmıştı. Nasıl bir yere gelmişti. Bu kadar insana ne yemek yeter, ne maaş yeter, ne de akıl fikir yeterdi yönetmek için. 

Aklına filmlerdeki sahneler geldi. İstanbul’a iş aramaya gelen bir genç, tesadüfler sonucu zengin bir akrabasının yanında iş buluyordu. Kendisi de Selahattin Bey’in yakını olarak işe alınmıştı. Sabahtan beri beş köylüsü ile karşılaşmıştı. Bu hiç hoşuna gitmemişti. Ama şimdilik yapacak başka bir şey yoktu.

Yemekten sonra asansöre binmediler. Beş katlı sanayi sitesi olarak yapılmış, her katı 3-4 bin m2 olan katlara bakarak merdivenlerden indiler. 

Beşinci kat tamamen yemekhane idi. 500 işçi aynı anda yemek yiyebilirdi. Her firmanın işçileri ayrı kıyafet giymişti. Kimin nereden geldiği belliydi.

Dördüncü katOrteks tekstil ve hazır giyim fabrikası idi. Yüzlerce dikiş makinası vardı. Arı gibi çalışıyordu her biri. Kimi dikiyor, kimi ütülüyor, kimi paketliyor kimi etiketliyor kimi de paketliyordu. Üretimin tamamı ihraç ediliyordu. 

Üçüncü kat OreksExport ihracat firması idi. İçeride 10-15 bayan ve başlarında yaşlı bir Beyden oluşan ihracat ekibi vardı. Ülkeler arası iletişimi sağlayan sarı şeritli teleks makineleri, herkesin elinde rengârenk masaüstü telefonlar, İngilizceFransızca Almanca konuşmalar. İçerideki büyük salonda yabancı müşteriler…

İkinci ve birinci kat Orsel Çelik Eşya ve Mobilya Fabrikası üretim, satış ve sevkiyat bölümleriydi.

Ahmet, odasına dönüp masasına oturduğunda hala şaşkınlık içindeydi. Burası yedi şirketi içinde barındıran bir şirketler grubuydu. Selahattin Bey de bu holdingin ortağı. Üstelik çelik eşya ve mobilya fabrikasının tamamına yakını da kendisinindi. Nasıl olmuştu bu zenginlik? 40yaşlarında,Denizli’li, Çal’ın Hançalar kasabasından çıkmış, üniversite mezunu, İstanbul’da iş kurup bu kadar başarılı nasıl olmuştu? Günlerce bu sorunun cevabını arayacaktı. Belki de hayatında model alacağı birisi duruyordu karşısında.

Ahmet işe başladığının beşinci günü, ekim ayının ilk gününde amcasından Selahattin Bey ile görüşüp ne kadar aylık ücret alabileceğini öğrenmesini istedi. Zira ev tutması ve çoluk çocuğunu İstanbul’a getirmesi gerekiyordu.

Amcası fabrikanın personel taşıyan otobüsün sahibiydi. Günde iki defa vardiyadan çıkan işçileri evlerine dağıtıyordu.Bir sonraki vardiyanın işçilerini toplayıp getiriyordu. Selahattin Bey’in amcakızıyla evli olduğu için de lakabı “enişte” idi. Selahattin Bey enişte dedikçe bütün fabrika personeli enişte diyordu. Adı Yusuf Aydınlı idi. 

Amcası ertesi sabah iş girişi Selahattin Bey’le görüşüp,Ahmet’e 90 bin TL aylık ücret alacağını bildirince sevindi. Hemen ev aramaya başladı. Fabrikanın yakınlarında birçok kiralık eve baktıysa da kiranın 50-60 bin TLoluşu ve önden 6 ay peşin istenmesi sebebi ile ev tutamadı. Üstelik baktığı evler gecekondu tipi viraneliklerdi. 

Aklına üniversiteden arkadaşı Temel geldi. Temel Küçükçekmece Cennet Mahallesinde oturuyordu. Fabrika Bayrampaşa’daydı. Gelip gitmesi zor olacaktı ama, başka çaresi de yoktu. Ertesi gün iş çıkışında doğrudan arkadaşı Temel’e gitti. Babasına ve arkadaşı Temel’e ev aradığını söyledi. Temel’in babası Ali Bey de “Temelin boş bir dairesi var. O evleninceye kadar otur istersen, aylık kirası da sana 35 bin TL”  dedi. 

Ahmet sevinçle her ikisine de teşekkür etti. Hemen hafta sonu Denizli’ye gidip evini taşıdı. Bir günde de yerleştiler. Şimdi hesap netleşmişti. 90 bin TL aylık alacak, 35 bin TL sini ev kirası olarak verecek, 5 bin TL de apartman aidatı ödeyecek toplam 40.000 TL ye ev kirasını halletmiş olacaktı.

Her sabah Cennet Mahallesinden belediye otobüsüne biniyor, Topkapı’da iniyor, oradan da Maltepe minibüsleri ile fabrikaya ulaşıyordu,gidiş geliş 2 saatti. Ama buna da razı olmuştu. Başka şansı da yoktu. 

Ahmet, ekim ayının ortasına doğruilk iş olarak Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin kantin dolapları ve masalarının siparişini almıştı.Ay sonuna doğru dolaplar yerine montaj edilmiş ve fabrikanın kestiği 800 bin TL’lik faturayı fakülte muhasebecisi Lütfi Bey, Ahmet’in eline nakit olarak saymıştı. Ahmet, elinde neredeyse 10 aylık maaşı tutarındaki nakitle belediye otobüsünde elindeki bond çantaya sarıla sarıla fabrikaya gelmiş ve parayı ilk olarak Selahattin Bey’e teslim etmek istemişti. Ne kadar çok bir paraydı ona göre. 

Ama Selahattin Bey dışarıdaydı. Sekreteri de parayı muhasebeye teslim etmesini istedi. Ahmet istemeye istemeye muhasebe müdürü Mehmet Bey’e götürüp teslim etti. Mehmet Bey de teşekkür edip ”işçi maaşları ödenecekti. İyi oldu bunun nakit gelmesi“ dedi. Meğer genelde bu tür ödemeler hep çek veya senet olarak gelirmiş. 

Akşam iş çıkışında sekreterFüsun Hanım, SelahattinBey’in evine yemeğe davetli olduğu haberini verdi. “Leventteki villada saat 20.00 de hazır olmanız lazım” dedi. Şaşırmıştı Ahmet. Daha işe gireli 1 ay olmuştu. Maaşını bugün almıştı. Bu yemek ne demekti. Sebebi ne idi. Neden davet edilmişti. Durumu amcasına açtı. O da, “biz de davetliyiz, beraber gideriz” dedi. Hemen eve gidip eşini aldı, amcasına geldi. Amcası da servisten gelmişti. Birlikte Levent’in yolunu tuttular. 

İstanbul’un ağır ilerleyen akşam trafiğinde Bayrampaşa’danLevent’e vardıklarında saat 20.00’yi geçmişti. Geç kalmışlardı. Köprüye giden yolda trafik dakikalarca duruyor, sonra bir iki dakika ilerleyip tekrar duruyordu.Nihayet villanın olduğu sokağın sonuna otobüsü parkedip içeriye geçtiler. 

 

 

KURUNTU AİLESİ DİZİSİ

 

1980’li yıllarda TRT’de “Kuruntu Ailesi” diye bir dizi oynuyordu. Gazanfer ve Gönül Özcan çiftinin başrolünü oynadığı dizi salı günleri herkesi televizyon karşısına topluyor herkes tarafından da sevilerek izleniyordu. Dizinin sevilen babası Hüsnü Kuruntu herkesin beğendiği bir aile babası tipiydi. Eşi Gönül Hanım da bir İstanbul hanımefendisini temsil ediyordu. Kuruntu ailesinin kızları ve damatları da ailenin sevilen bireyleri idi. 

Villanın bahçe kapısından girdiklerinde karşılarında kameraları buldular. Kameraların karşısında ise Kuruntu Ailesi ve üyeleri. Her taraf ışık, mikrofon, kamera dizi çekimi yapılıyordu. Bir tarafta yönetmen, bir tarafta oyuncular, bir tarafta kameramanlar, ışıkçılar bütün set ekibi koşuşturma halinde idi.

Meğer bizim televizyonda her salı severek izlediğimiz Kuruntu Ailesi dizisi Selahattin Bey’in villasında çekiliyormuş. 

Ahmet İstanbul’da işe başlamanın şaşkınlığını üzerinden atamadan yeni bir şaşkınlık yaşamaktaydı. Sette çalışanları rahatsız etmeden kameraların arkasından bahçedeki ana salona geçtiler.  Burası üç katlı bir villa idi. Bahçe katında 100 m2’lik bir salon vardı. Bu salona açılan küçük kapılardan mutfağa ve kilere geçiliyordu. Mutfakta biri bayan iki aşçı çalışıyor, onlara iki garson da yardım ediyordu. Villanın bir bekçisi, bir de bahçıvanı vardı. Onlar da ortalıkta dolanıyor gelenlere yol gösteriyordu. 

Villanın ikinci katında yatak odaları olduğu, üçüncü katında da çocukların odaları olduğu ve terasa geçildiği söylendi. Birkaç dakika sonra da Selahattin Bey’in eşi Esmeray Hanım odasından salona indi. Misafirlere uzaktan hoş geldiniz dedi. Selahattin Bey’in İstanbul’da ne kadar akrabası varsa davet edilmişti. Kayın pederi avukat Mustafa Bey ve eşi, yeğenleri, teyze oğulları, halaoğulları, amcaoğulları veeşleri, Yusuf enişte, Ahmet ve eşi. 

Salonda herkes kendine uygun bir yer bulup oturmuştu. Selahattin Bey’in 5 ve 7 yaşlarındaki iki kızları Sinem ve Didem ortalıkta koşuşturuyor, dadıda onların peşinden onları durdurmak için koşuyordu. 

Selahattin Bey prensipleri gereği bir yakını askere giderken veya geldiğinde veya bir yakını yanında işe girdiğinde onun şerefine villasında bir yemek verir, bu yemeğe de yakın akrabalarını çağırırmış. Bu akşam yeğeni Ahmet askere gidecekmiş, Ahmet Aydınlı da yeni işe başlayınca ikisine birden bir yemek tertip edilmişti. Ahmet kendisine böyle bir değer verilince çok memnun olmuş ve gururlanmıştı. Çünkü yirmi beş yıllık hayatında kimse kendisine, kendi sünnet ve evlenme düğünü dışında özel yemek vermemiş ve özel değer vermemişti. Bu, hayatında bir ilk idi. Demek ki kendisine de değer verenler olacaktı. Belki de İstanbul’da adet böyleydi, bilemiyordu.

Bu sırada dizi çekimi bitmiş, set ekibi yavaş yavaş dağılıyordu. 

Villada davetli olarak 40-50 kişi vardı. Herkes dizide oynayan sanatçılar ile tanışmak istedi. Davet edildiler. Onlar da geldiler. Tanışıldı, selamlaşıldı ayrıldılar. 

Ahmet artık başka bir dünyadaydı. İstanbul dedikleri bu olsa gerekti. Artık televizyonda, sinemada gördüğü aktörleri, artistleri, oyuncuları görebilecek onlarla tanışabilecekti. O günden sonra ne zaman Taksim, Şişli, Levent,Nişantaşı tarafına yolu düşse, gözü hep tanıdık bir artist, aktör siması arar oldu. Neredeydi Cüneyt Arkın, Fatma Girik, Serdar Gökhan, Yılmaz Köksal, Hülya Koçyiğitler? Sırf bu yüzden Taksimde işi olduğunda İstiklal Caddesinin arkasındaki Yeşilçam Sokağından geçer olacaktı. 

Salonun loş köşesinde siyah kostüm elbiseleri ile beş kişilik ince saz ekibi yerini almıştı. Yavaştan sanat müziği icra ediyorlardı. Genelde çaldıkları İstanbul şarkılarıydı. 

Salonun uzak köşesindeki yemek masası hazırlanırken bir garson çeşitli renkteki soğuk içecekleri ikram etmeye başladı. Salonu hafif bir alkol kokusu kapladı. Demek ki gelen içeceklerde alkol olabilirdi, o yüzden dikkatli olmalıydı. Ahmet imam hatip lisesini bitirdikten sonra İktisat Fakültesini bitirmişti. Ailesi de dindar bir aile idi. Amcası da hafız olarak bilinen biri idi. Bu tür içkili ortamlarda rahat edemezlerdi. Ama ne yapsınlar ki davet eden ev sahipleri hem yakınları hem patronları idi. Onları kırmadan ama kendileri de günaha girmeden bu yemeği atlatmaları gerekiyordu. 

Ön içecek servisi tamamlandıktan sonra aşçıbaşı yemeğin hazır olduğunu söyleyince sıra ile yemek masasına geçildi. Herkesin yeri belliydi. Selahattin Bey ve eşinin her gün oturdukları yer, kayınpederinin ve eşinin yeri, yeğenlerin ve eşlerinin yerleri evin garsonu tarafından belirleniyordu. 

Masanın sonunadoğru Ahmetve eşi, amcası ve yengesi oturdular. Yemek servisi yapan garsonlar Orsel fabrikasında ahşaptan yapılmış yemek servis arabaları ile önce soğuk yiyecekler ve zeytinyağlıları servis ettiler. Salatalar, haydariler, semizotu, yoğurtlular, ezmeler, pişmiş soğanlar ve sıcak pideler. Herkes beklemeden yavaş yavaş yemeğe başlarken, soğuk içecekler tekrar servis edilmeye başlandı. Bu defa garson soruyordu. Viski, şarap, rakı, bira, meyve suyu, ayran, kola ve maden suyu…

Herkes istediği içecekten alırken Ahmet, amcasıve eşleri de vişne suyu istediler.

Yemek servisi duraklayarak devam ediyor, köşede sazende grubu yavaştanenstrümantal İstanbul şarkıları çalıyordu.“ söyleyin sevdiğim nerde, İstanbul sokakları, çare bulun bu derde, İstanbul sokakları”….

Saat 21.30 civarında ana yemek sıcak et ızgaralar gelmeye başladığında zaten doymuşlardı. Onu da yediler, ama ekmeksiz. Çünkü Selahattin Bey az yiyenlere kızıyor, verilen bütün ikramları yemeleri gerektiğini,yoksa darılacağını söylüyordu. 

Saat 22.00’de yemek bittiğinde köşe koltuklarına çekildiler. Sırada kahve ikramı vardı. Selahattin Bey elinde viski kadehi ile ayağa kalktı. 

-Bu akşam iki Ahmet’lerin şerefine toplanmış bulunuyoruz. Birisi askere giden yeğenim Ahmet, diğeri fabrikamızda işe başlayan eniştemin yeğeni Ahmet. Her ikisi için tertip etiğim yemeğe katıldığınız için hepinize teşekkür ederim. Asker Ahmet’e hayırlı teskereler diliyorum. Pazarlama ve İhracat Müdürü Ahmet’e de başarılar diliyorum, dedi.  

Alkışlar arasında kahveler içildi, ikili tanışmalar konuşmalar başladı. Ahmet de kendisine yapılan bu incelik ve iltifat karşısında bir şeyler söylemek istedi. Ayağa kalktı. Selahattin Bey’in yanına gitti. Teşekkür ederek hürmetle elini sıktı. Söz istedi.

-Bize bu akşam ayrıcalıklı bir gece geçirten Selahattin Bey’e teşekkür ederim. Bizler de kendisine layık olmaya çalışacağız. Gerek iş yerinde ve gerekse iş hayatı dışında her zaman yanında ve yardımcısı olmaya çalışacağız. Bu gece askere giden Ahmet kardeşim için bir şarkı okumak istiyorum. 

“Dertli ne ağlayıp gezersin burada, 

Ağlatırsa Mevla’m yine güldürür,”

Sonra da sazlara dönerek “buyurun arkadaşlar”, dedi. 

Ahmet şarkının ilk kıtasını okuyup nakarata dönünce Selahattin Bey yerinden kalktı, salonun ortasında cam saksıda dikili duran canlı camgöbeği çiçeğinin ortasındaki yılda bir kez açan çiçeğini koparıp Ahmet’e verdi. Ahmet de bir sanatçı  gibi çiçeği eğilerek aldı ve şarkısını bitirdi. Herkes hayret içindeydi. Kimileri Ahmet Aydınlı’nın şarkı okumasına hayret ediyor,  kimileri de mevlit, gazel ve ilahi okumaya yatkın böyle bir sesin pazarlama müdürüolarak fabrikada işe alınmasına.  Selahattin Bey’in eşi Esmeray Hanım da çok kıymet verdiği ve yılda bir kez açan çiçeğin Selahattin Bey tarafından Ahmet’e verilmek üzere kırılmasına hayret ediyordu. 

Gecenin ilerleyen saatlerinde Ahmet, amcası ve Selahattin Beyile birlikte bir fotoğraf çektirdiler. Bu fotoğraf yıllarca Ahmet’in hafızasından silinmeyecek, konuşmasında söylediği Selahattin Bey’e “sürekli destek olmak, yanında ve yardımında bulunmak” sözü kendisine kader olup, alnına yazılacaktı. Bu yazgıyı yıllar sonra anlayacaktı.

Saatler gece yarısınayaklaşırken son ikramlar da alındı ve yavaş yavaş kalkılmaya başlandı. Herkes birbiri ile vedalaşıyor, görüşmekten duydukları memnuniyeti bildiriyordu. Selahattin Bey’in eşi, çoktan odasına çekildiği için misafirleri Selahattin Bey ve hizmetçileri uğurladılar. 

Bu gece Ahmet için de çok farklı bir gece idi. Gündüzünde iyi bir satış ve tahsilat yapmış, sonra ilk maaşını almış, akşamında ise Selahattin Bey’in övgülerine mazhar olmuş, herkesintelevizyondan izlediği Kuruntu Ailesi dizisinin çekildiği villaya davet edilmiş, üstelik dizi sanatçıları ile de tanışma fırsatı bulmuştu. Gecede bir de şarkı söylemiş, Selahattin Bey’den çok değerli bir hediye çiçek almıştı. Hayatının en güzel günü ve gecesi idi. Amcası da onu tanıştırdığı ve kefili olduğu için, o da memnun idi. Ahmet’in eşi de kocasının bu mutluluğunu paylaşıyordu. Ahmet’in mutluluğuna diyecek yoktu. Bu gece yaşadıkları ona bir ömür hatıra kalacak, hayatının önemli dönüm noktalarından biri olacaktı. 

Saat 12 civarında amcasının Bayrampaşa’daki evine vardılar. Sıkıyönetim vardı. Gece 12’den sonra sokağa çıkma yasağı başlıyordu. Mecburen amcalarının evinde kalacaklardı. Öyle de yaptılar. 

 

Soldan sağa: Yusuf Aydınlı (enişte), Ahmet Aydınlı ve Selahattin Karagöz

 

İSTANBULSPOR

 

Ahmet artık her gün işine daha bir şevkle gidiyor, nasıl satış pazarlama yaparım diye çırpınıyordu. Hafta sonu yaklaşırken de amcası ile tatil programı yapıyorlardı. Ancak amcası her pazar otobüsle maçlara gidiyordu. Ahmet merak etti. 

-Amca her pazar niçin maça gidiyorsun?

-İstanbulspor maçına futbolcuları götürüyorum. Biliyorsun Selahattin Bey İstanbulspor’u satın aldı. Başkanlığını yapıyor. Onun servisini de ben çekiyorum. Cumartesi pazar oldu mu futbolcuları taşıyorum. Sen de gelsene bu hafta. 

-Tabii ki gelirim, maç nerde ve hangi takımla. 

-Sarıyerspor ile Sarıyer Stadında.

-Tamam, beraber gideriz.

O hafta sonu İstanbulspor ile Sarıyer maçında yeni bir taraftar daha vardı,Galatasaraylı Ahmet Aydınlı. Ahmet çocukluğundan beri Galatasaraylı idi, ama bugün İstanbulsporlu olması gerekiyordu. Kötü bir seyirci idi, başkaları gibi ayağa fırlayıp bağırmıyor, amigoların söylettiği marşları ve sloganları bilmiyor, hele hele hakem haksız düdük çalınca küfretmeyi hiç bilmiyordu. Futbolcular çelme takıp düşürünce argo kelimeler de kullanmıyordu. Maç 1-0 İstanbulspor’un üstünlüğü ile bittiğinde futbolcular saha ortasında toplanıp birbirlerini kucaklayarak kutladılar. Ama Ahmet aynı coşkuyu duyamıyordu. Maç esnasında duyduğu argo kelimeler ve küfürler hala kulaklarında çınlıyordu. Kısacası burası ona göre bir yer değildi. Zaten bir daha da uzun yıllar maça gitmedi. 

Ama amcası yıllarca İstanbulspor’un futbolcularını sahadan sahaya taşıdı durdu.  

 

 

FİLM ŞİRKETİ

 

Ahmet,OrselMobilya Fabrikasında çalışırken sık sık farklı kişiler iş yerine gelir giderdi. Burası her kesimden insanın gelip gittiği bir iş yeriydi. Bazen sosyeteden, bazen de yazarçizer takımından birilerine rastlamak mümkündü. Bir gün dış kapıda, kendisini film afişlerinden tanıdığı Afrodit lakaplı sinema sanatçısı Banu Alkan ile karşılaştı. Aynı gün aktör Salih Kırmızı ile de karşılaşınca oda arkadaşı satış müdürü Vedat Bey’e sordu.

-Vedat Bey, kapıda film sanatçıları bazı artistlerle karşılaştım. Burada ne işleri var ki?

-Bizim film şirketi var ya, ona film çekimi için gelip gidiyorlar.

-Peki, hangi filmleri çektiler?

-Valla ben fazla ilgilenmem. Onlarla Selahattin Bey ilgilenir.

-Hayret ya. Bu holdingde de yok yok. Sanatçısı, sporcusu her şey var. Peki, bu masrafları kim karşılıyor. Bunların hepsi para demek. 

-Bilmem. Sen daha yakınsın Selahattin Bey’e. Ona sor. 

Tabii ki Ahmet hiçbir zaman soramadı patronuna bunları. Ama bir çeşitliliktir gidiyordu holdingde. Her şey vardı burada. Peki, nereden geliyordu bu kadar para? Masrafları kim nasıl karşılıyordu?

Çekilen filmler sinemalarda gösteriliyor muydu? Filmlerin adı ne idi?Aradan geçen aylar içinde bu soruların cevaplarını bulamadı.

Küçük Emrah adında bir çocuk, arabesk türkü piyasasında meşhur olmaya başlamıştı. Gazino afişlerinde de yer alıyordu.

Ahmet bir pazar günü EyüpSultan Camisine, türbe ziyaretine giderken Unkapanı plakçılar çarşısını gördü. Türkiye’nin meşhur bütün ses sanatçılarının yolu buradan geçiyordu. Belediye otobüsünden Unkapanı’nda indi. Meraklı gözlerle A,B,C blokları ve katları gezdi. Burada yüzlerce plak evi, kayıt stüdyosu, sanatçılara kaset yapan ajanslar vardı.

Küçük Emrah’ın en meşhur kasetini aldı.  Fakat onu çalacak müzik seti yoktu. Ertesi hafta da Cennet Mahallesindeki taksitle satış yapan mobilyacı Mehmet abiden bir de çift kasetli ve çift hoparlörlü bir müzik seti aldı.

Artık evlerinde büyükçe bir müzik seti vardı. En meşhur kasetleri Topkapı Otogar yanındaki kasetçilerden alıyor evde ailecek dinliyorlardı. Küçük Emrah, İbrahim Tatlıses, Küçük Ceylan, Bülent Ersoy bunların bazılarıydı. 

Ahmet aslında türkü severdi. Çocukluğundan beri Türk Halk Müziği dinler, bazen de bağda bahçede yalnız olunca coşar söylerdi. 

İstanbul bir başkaydı. İstanbul’a gelince müzik tercihi de değişmeye başlamıştı. Bazen İstanbul saray müziği olan Türk Sanat Müziği dinliyor, bazen kasetçilerde ve minibüslerde bangır bangır çalan arabesk müzikten etkilenip arabesk kasetler alıyor,  bazen de Rodrigonun keman konçertosunu mırıldanıyordu. İstanbul sosyetesine karışmıştı bir kere, o kadar olacaktı.    

Anlaşılan İstanbul’da Halk müziğine pek yer yoktu. Meşhur türkücüler de arabesk söyler olmuşlardı. 

VEKÂLET HACCI VE MEVLiD

Selahattin Bey dindar olmasa da dini vecibelere inanan bir insandı. Emine Halası hacca gidememişti. Selahattin Bey’e bu dileğini iletince ona“hemen hazırlanın sizi karı koca bana vekâleten hacca gönderiyorum” deyiverdi.

Emine Halanın sevincine diyecek yoktu. Bir defa söyleme ile Selahattin Bey kendisini hacca gönderiyordu. Duaları kabul olmuştu. Ona her namazın ardından dua ediyordu. Kâbe’de de ona çok dua edecekti. 1987 yılının hac mevsiminde hazırlandılar, ilk kafile ile kutsal topraklara gittiler, hem de uçakla. Pahalı olduğu için herkes uçakla hacca gidemiyordu, ama Selahattin Bey büyük adamdı. Hem hac sevabı işliyor hem de en kolayından ibadetlerini yaptırıyordu. 

Hacdan döndükleri zaman da, yeni yaptırdığı villada bir mevlid okutmak istedi. Selahattin Bey mevlide İstanbul’un en meşhur mevlidhanlarını davet etme işini de Ahmet’e verdi. “Paradan çekinme, en meşhurlarını getir” dedi. Ahmet de o güne kadar yakından görmeyi çok istediği Amir Ateş, İsmail Biçer, MehmetSoysal hocaları davet etti. Amir Ateş Hoca Aksaray Valide Sultan Camiinde, İsmailBiçer Hoca Beyazıt Camiinde, Mehmet Soysal Hoca da Eminönü Camiinde görevli idiler.

Hocalar mevlid saatinde Beyazıt Camiinde toplanacaklar, Selahattin Bey’in özel şoförü Mehmet de onları alıp villaya getirecekti. Tam da planlandığı gibi oldu. Hocalar villaya gelinceye kadar Ahmet de villaya erişmişti. Hocaları kapıda karşıladı. 

-Hocam hoş geldiniz. Ben Ahmet Aydınlı, ev sahibiniz sayılırım.

-Hoş Bulduk Ahmet’ciğim dedi Amir Ateş Hoca.

-Hocam ben de imam hatipliyim.

-Sana da bir şeyler okutalım o zaman Ahmet‘ciğim.

-Hocam,kendi yazdığım bir ilahiyi sizin huzurunuzda okumak isterim. 

-Önce biraz su ve yemek,  sonra mevlidi okuyalım, bitirince de tatlı ve kahve alalım.

-Tamam hocam hepsi hazır dedi,Ahmet.

Yemekler yendi, şerbetler içildi. Önce İsmail Biçer’den Kur’an’ı Kerim tilavetiyle başladılar. Ardından Mehmet Soysal hoca “Allah adın” bahrini okudu. Amir Ateş hoca “ Âmine hatun” bahirlerini okuduktan sonra mikrofonu Ahmet’e verdi. Buyurun ilahiyi okuyun dedi. Ahmet kalbi güm gümatarken, Bursa’da kuran kursu talebelerine ezberlettiği kendi yazdığı ilahisini okumaya başladı.

Kuranı severek gönülden oku,

İnan hiç bırakmaz kalbinde korku,

Arz ile semada açılır kapı,

Kuran bir mucize kelamullahtır.

 

Abdestte ellerin tertemiz yıka,

Yüzün bakmalıdır umutla Hakka,

Baş ile ayaklar giderse Hakka,

Her abdest Allaha tevbe demektir.

 

Beş vakit namazı kılmalı insan,

Bilmeli gayesin yaşanan her an,

İçin bir hoş olur nurlanır inan,

Her namaz Allaha miraç demektir.

 

Tekbir ile kıyam ayakta olur,

Kıraatlerükû yerini bulur,

Halikmahlûkuyla orda buluşur,

Her secde Allaha miraç demektir,

Aşık maşukuyla orda buluşur,

Her secde Allaha miraç demektir.

 

Ahmet ilahiyi bitirdiğinde alnında biriken tomurcuk tomurcuk terleri mendiliyle sildi. Amir hocanın gözlerine baktı. Olmuş mu der gibiydi.

-Eline diline sağlık Ahmet‘ciğimdedi, Amir Ateş Hoca.  Bunu getir de düzenleyelim biraz. Güzel bir ilahi dedi. 

-Tamam hocam müsait bir zamanınızda getireyim dedi, Ahmet.

-Şimdi tatlıları ve kahveleri alalım, sonra da çıkalım biz dedi,Amir Ateş hoca. 

 

Selahattin Bey ve misafirler hocaların okuyuşundan memnun kalmışlardı. Hocaları hep beraber kapıya kadar uğurladılar. Arabaya binerlerken, Ahmet, Selahattin Bey’in önceden kendisine verdiği hocalara verilecek zarfı çıkardı Amir Ateş Hocaya uzattı. Hocam buyurun, Selahattin Bey gönderdi, dedi. Amir Hoca zarfı açtı . İçinden 30 binTL’yi İsmail Biçer Hocaya verdi, 30 bin TL’yi de Mehmet Soysal Hocaya verdi. 30 bin TL de bana dedi. Demek ki zarfın içinde 90 bin TL vardı. Ahmet’in bir aylık maaşı idi. Allah’ım bu ne cömertlik, dedi Ahmet. Selahattin Bey’e imrenmişti.

-Teşekkürler,Allah Selahattin Bey’e daha çok versin,Allahısmarladık, dediler.

-Güle güle hocam. Biz teşekkür ederiz. 

Ahmet bir ilki daha yaşamıştı. Televizyondan her kandil imrenerek dinlediği Türkiye’nin en meşhur hocaları ile tanışmış ve hatta huzurlarında bir de kendi yazdığı ilahiyi okumuştu.Daha sonra amcası anlattı. Meğer Selahattin Bey, köyündeki bütün camilere birer büyük saat alıp göndermiş, camilerin elektrik su borçlarını ödemiş.Bazılarına halı kilim yardımı yapmış. Ama bunları ilgililerden başka pek bilen yokmuş. 

 

 

SAĞLIK OCAĞI

 

Bir gün Hançalar Sağlık Ocağı Yaptırma ve Yaşatma Derneği adına Başkan Osman Çiftçi ve dernek üyesi Hasan Kuru yardım toplamak için İstanbul’a gelmişlerdi. İstanbul’a gelmeden önce Denizli’den ve İzmir’den bazı işadamları ve dişçilerden yardımlar toplamışlar, ancak yeterli olmayınca Selahattin Karagöz’e yardım talebiyle gelmişlerdi. 

Osman Hoca, Selahattin Bey’in de ailesinin oturduğu Hançalar Kasabasının beş camisinden birinin imamıydı. Çevresinde sevilen, sayılan, girişken ve konuşkan bir din adamı idi. Kasabada yapılan bir sağlık ocağı için dernek kurmuşlar ve yardım toplayarak tıbbi cihazlar almak istiyorlardı.

Selahattin Bey gelenleri bekletmeden odasına aldı. Hoş beşten sonra Osman Hoca ziyaret sebeplerini anlattı.

Selahattin Bey hiç tereddüt etmeden çek defterini çıkarıp Osman Hocanın önüne attı. 

-Osman Hoca ne kadar istiyorsan rakamı sen yaz, dedi.

Osman Hoca ve yanında gelen Hasan Kuru birbirlerine baktılar. Günlerdir yardım toplamak için kaç kişiye gitmişlerdi. Kimse böyle bir cömertlik yapmamıştı.  Acilen 300 bin liraya ihtiyaçları vardı. Sonra da yeni  bina için 500 bin TL lazımdı. 

Osman Hoca önce çeki kendisi yazması için geri verdi ise de Selahattin Bey’in ısrarı üzerine, çekin üzerine 500 bin TL yazdı. Bu miktar şimdilik bütün ihtiyaçlarını karşılayacaktı. Sağlık ocağının muayenehane odası, pansuman masası, ilaç dolabı, laboratuvar malzemeleri, hasta yatağı, tansiyon ölçüm ve izleme cihazı, kan alma ve kan verme, serum dolabı, otoklav ve buzdolabını karşılıyordu. Yeni  bina ve masrafları için ayrıca tekrar gelirlerdi.

Bu düşünceler içinde yazdığı çeki Selahattin Bey’e uzattı. O da hiç tereddüt etmeden çeki imzaladı verdi. Osman Hoca’nın sevincine diyecek yoktu. 500 bin TL çok büyük bir yardımdı. Günlerdir topladıkları paranın toplamı bile bu kadar değildi.

Selahattin Bey yardım etmenin hazzı ile onları bir de Boğazda yemeğe götürmek istediğini söyledi. Sekreterini arayarak Boğazda Tarabya’da meşhur bir restoran ismi söyledi ve 4 kişilik yer ayırtmasını istedi. 

Osman Hoca yalvaran gözlerle Selahattin Bey’e döndü,

-Selahattin Bey,sen bizi Boğaza yemeğe götüreceğine bize o yemek parasını sağlık ocağına yardım olarak ver. Biz senin fabrikadaki işçilerin karavana yemeğinden yiyelim, dedi. 

Selahattin Bey buğulu gözlerle Osman Hoca’ya ve arkadaşına baktı. Çek defterini çıkardı. Kendisi 500 bin TL’lik bir çek daha yazdı. Alın bunu da, dedi. 

Sonra da emri vaki bir hareketle “haydi yemeğe gidiyoruz itiraz istemem”, dedi. 

Osman Hoca ve arkadaşı bir 500 bin TL daha almanın sevinci ve şaşkınlığı içinde hayır bile diyemeden hep birlikte fabrikadan çıktılar.

Şoför Mehmet yeni alınan arabayı kapıya çekmişti. Arka sağ kapıyı açtı,Selahattin Bey binince koştu arka sol kapıyı da Osman Hoca’ya açtı. Ön koltuğa da Hasan Bey binince siyah makam arabası süzülerek fabrikanın kapısından ayrıldı.

Bayrampaşa’dan Topkapı’ya oradan da sahil yolundan önce Sarayburnu’na, sonra Beşiktaş üzerinden Tarabya’ya vardılar. Ünlülerin uğrak yeri olan bu meşhur boğaz restoranının önünde durunca, üniformalı kapı görevlileri arabanın kapılarını açtılar. Kapıdaki şef garson koşarak geldi, Selahattin Bey hoş geldiniz efendim, dedi.

Burası SelahattinBey’in uğrak yeri olmalıydı. Kendisini şef garsonlar ismen biliyorlardı.

Boğaza nazır yenen yemekten sonra gelen hesabı ödeyen Selahattin Bey, çıkışta garsonlara 100 TL bahşiş bıraktı. Vestiyerdeki görevliye de 50 TL verince Osman Hoca ve arkadaşı aynı bahşişi vermemek için ceketlerini alıp hemen giydiler ve önden dışarı çıktılar.

Dönüş yolunda Osman Hoca, Selahattin Bey’e dönerek:

-Her şey için çok teşekkür ederiz.  Bütün ihtiyacımız kadar yardım ettiniz. Yalnız bizim sağlık ocağının büro mobilyaları da yok. Sizin depodaki ucuz mobilyalardan bize 10 koltuk, 2 masa, 3 sehpa takımı gönderebilir misiniz?

-Tabii ki de, ne demek. Kendi köyümüze yardım ediyoruz. O sağlık ocağında benimde akrabalarım ve köylülerim muayene olacaklar. Tabi ki gönderirim, dedi.  Şimdi programınız nedir?

-Topkapı’ya Otogara gideceğiz. Denizli’ye bilet alır yola çıkarız. 

Selahattin Bey, elini şoför Mehmet’in omuzuna vurarak, “Mehmet Topkapı Otogara gir. Bak bakalım bizim otobüsler orada mı, söyle kaptana iki kişilik misafir bilet versin”,  dedi.

Osman Hoca ve Hasan Bey şaşırmışlardı. Demek ki Selahattin Bey’in Pamukkale Turizm’de çalışan otobüsleri de vardı.Şoför Mehmet onlar arabada otururken gitti, üzerinde misafir yazılı biletleri aldı geldi.  Arabadan inip vedalaştılar. Selahattin Bey’e tekrar tekrar teşekkür edip otobüse bindiler.

 

 

ORSELDEN AYRILIŞ 

 

Ahmet,OrselÇelik Eşya ve MobilyaFabrikasında çalışmaya başlayalı 8 ay olmuştu. Bu zaman zarfında işini sevmiş ve ihracat çalışmalarını da başlatmıştı. İstanbul’da açılan fuarları takip etmiş, bir SuudiArabistan firması ile bayilik sözleşmesi bile yapmıştı.  

SuudiArabistan firması mobilyalarının fırınlı ahşap masiflerden yapılması şartıyla sipariş vermişti. Normalde ahşap mobilyalar, keresteler geldikten sonra biçiliyor, kaplanıyor ve boyanarak sevkediliyordu. Ahmet de ahşap bölümünün sorumlusu Tahir Usta ile özene bezene büyük bir dikkatle mobilyaları fırınlı masiflerden hazırlatmış ve ihracat için depoya istifletmişti. 

Gümrükçü ile irtibata geçip ertesi gün için gümrük çıkış belgelerini hazırlatmış ve uluslararası nakliye için bir de tır çağırmışlardı. Ahmet oldukça heyecanlıydı. İlk işe başladığı ayda yaptığı başarılı satış gibi, ilk ihracatı da başarı ile gerçekleşecek ve dolarlar fabrikaya akmaya başlayacaktı. 

Tır ihracat mallarını almak için depoya yanaştı. Kapılar açıldı,depodaki mallar yüklenmeye başladı. Gümrük görevlisi de tek tek sayıyordu. Bütün mallar yüklendi ama bir masa takımı eksikti. Bu masa da en pahalı ve en çok yer kaplayan takımdı. Gümrükçü, depocu ve Ahmet şaşkınlıkla yüklenen malları tekrar saydılar. Yine eksik çıkmıştı. Bu durumda tır yüklemesi tamamlanamaz ve gümrükçü de tırın kapılarını mühürleyemezdi. Üstelik tırın nakliye kaporası da ödenmişti.

Çaresizlik içinde moralleri bozuk olarak malları tek tek indirdiler. Tırı gönderdiler. Ahmet çaresizce durumu anlatmak üzere Selahattin Bey’e çıktı. Durumu anlattı. Malları Tahir ve Muharrem Ustalar ile itinayla hazırlayıp ihracat paketi yaptıklarını, malların bir gün önce depoda tam olduğunu, bir gecede malların eksildiğini, kimin aldığını da depocunun bilmediğini söyledi.

Selahattin Bey, Ahmet’e sakin olmasını gerekirse aynı malların tekrar yapılacağını, sadece bir hafta gecikme olacağını, ama bu işi de soruşturacağını söyledi. 

Ertesi sabah Ahmet işe geldiğinde Selahattin Bey’in sekreteri aradı. Selahattin Bey’in kendisini beklediğini söyledi.

Ahmet tahmin etmişti. Dünkü eksik mallar içindi. Selahattin Bey’in odasına girdiğinde Selahattin Bey:

-Ahmet‘ciğimsenin malları bir gece önce depodan bizim Bekir almış. Acil bir sevkiyat varmış onu yapmış. Kusura bakma. Bir hafta sonra eksilen malların hazır olur, dedi. 

-Selahattin Bey, daha önce de zigon sehpa takımları gece gece depodan çıkarılmıştı. Onları da Bekir Bey almıştı.  Böyle olursa ben çalışamam. Ya onun işine son verin veya ben ayrılmak istiyorum, dedi. 

-O benim kardeşim. Onu işten çıkaramam. Ona bakmak zorundayım. Ama çok istiyorsan sana daha iyi bir iş bulmanda yardımcı olalım, dedi.

-Tamam. Ben istifa ediyorum. Kendime yeni bir iş bulurum. Teşekkür ederim. 

-Dur hemen gitme. Kartvizitin var mı yanında. 

-Evet var.

-Getir bakayım.

-Buyurun.

-Bu kartvizit çok basit olmuş. Füsun hanım gelir misin?

-Buyurun Selahattin Bey.

-Ahmet Bey’e ofset baskı yeni ve güzel bir kartvizit basılsın. Yarın gelsin. Ahmet Bey başka yerde iş başvurusu yapar da araştırma yaparlarsa, kendisineiyi referans olalım.

-Peki efendim, dedi Sekreter Füsun.

-Ahmet‘ciğim şimdilik gidebilirsin. Ama çok ani karar verdin. Böyle birden bire olmadıki.

-Aslında daha önce de bana haksızlık yapıldığında size gelip ayrılmak istediğimi söyleyecektim, ama amcam bana“sabret” dedi.

-Ne haksızlığı yapıldı ki sana?

-Geçen ay size yeni araba alındığında kurban kesilmişti ya.

-Evet.

-O kurbandan bütün müdürlere birer pay dağıtıldı, ama bana verilmedi. Zaten ben geldim geleli sizin kardeşleriniz, yeğenleriniz ve akrabalarınız bana karşı soğuk davranıyorlar. Geçen hafta sonu sizin akrabalarınızın düğününde de benim için bazı kadınlar, “Ahmet iş bulamadı da Selahattin onu yanına aldı” diye alay etmişler, beni küçümsemişler. Ben de bunları duydum. Çok üzüldüm. Ama size söylemedim. 

-Gerçekten sana karşı çok ayıp etmişler.

-İşte en son Bekir’in bu yaptığını da olunca anladım ki ben burada fazla çalışamayacağım. Yarın amcamla gelip sizden helallik alıp ayrılacağım. Çünkü beni size ilk amcam getirmişti. Ona haber vermem lazım.

-Sen bilirsin.

-İyi akşamlar diliyorum. Hoşçakalın.

-Sana da, güle güle.

Ahmet o gün işten çıkışta amcasına gitti. Olan bitenleri anlattı. Amcası yine sabır etmesini söyledi ise de, o kendine güvendiğini söyleyip kararını değiştirmeyeceğini bildirdi.

Ertesi gün Ahmet işe amcası ile gitti. Selahattin Bey’e 8 ay önce ilk işe girdiği gün gibi birlikte girdiler. Selahattin Bey, sekreterinin getirdiği ofset baskılı, yaldızlı, kaliteli kâğıda basılmış, üzerinde Pazarlama ve İhracat Müdürü Ahmet Aydınlı yazan kartvizitleri verdi.  

Selahattin Bey:

-Yeni iş başvurularında bu kartvizitleri kullan. Kendini ağırdan al, pahalıya sat. “Benim işim var ama, daha iyi bir iş arıyorum” de. Kimseye de eyvallah etme. İş bulamazsan gel burada işine devam et, dedi. 

Amcası da kendisi de Selahattin Bey’e teşekkür ederek odadan ayrıldılar.

Odasına dönen Ahmet çalışma arkadaşları ile de vedalaşıp helalleşti. Elinde masasındaki özel eşyalarını koyduğu çanta ile evinin yolunu tuttu.

Koca İstanbul’du burası. Nasıl olsa bir iş bulurdu. 8 aylık iş tecrübesi vardı nasıl olsa. İstanbul’u da öğrenmişti. Gazetelere bakacaktı, iş ilanlarını takip edecekti. Başka tanıdıkları da olsaydı keşke, ama amcasından başka tanıdığı yoktu ki. Bir kapıyı kapatan rabbim bin kapıyı açar diye mırıldanıp,Topkapı minibüsüne bindi, oradan da Küçükçekmece minibüsüne aktarma yaparak eve gitti.

FRUKO TAMEK FABRİKASI

Ahmet, ertesi gün,iş ilanları çok olan bir gazete aldı. Evde yemek masasında ilanlara bakmaya başladı. Sarı sayfalar olarak bilinen iş ilanları neredeyse gazetenin yarısı sayılırdı. İstanbul iş ilanları bölümünü açtı. Yukardan aşağıya süzmeye başladı. Sıradan verilmiş kelime sayılı basit iş ilanlara bakmak istemiyordu. Firması belli olan çerçeveli ilanlara baktı önce. Gözüne iki ilan ilişti.

Biri Türkçe bir ilandı. Diğeri ise İngilizce. Önce Türkçe ilanı inceledi. Merter’de E-5 üzerinde hergün Küçükçekmece Topkapı minibüsleri ile giderken önünden geçtiği FrukoTamekmeyve suyu fabrikası idi. Pazarlamacı arıyordu. Evine yeni aldığı telsiz telefonu eline aldı. İlanda verilen numarayı aradı. 

-İyi günler, ben Ahmet Aydınlı. Gazetedeki pazarlamacı ilanınız için aramıştım. Görüşmeye gelmek isterim. 

-Tabii efendim. Bugün saat 14.00 de gelebilir misiniz?

-Tamam gelirim. 

-Adresi biliyor musunuz? 

-Evet biliyorum. Merter’deki E 5 üzerindeki yer. 

-Evet efendim bekliyoruz. İyi günler.

-İyi günler.

     Ahmet saate baktı. Saat 12 ye geliyordu. Küçükçekmece Cennet Mahallesinde oturuyordu. Belediye otobüsü veya minibüsle yarım saatte varırdı. Demek ki bir buçuk saat zamanı vardı. Gazetedeki diğer İngilizce ilanı çözmeye başladı. Bir gazetenin 30 kupona verdiği kibrit kutusu büyüklüğündeki İngilizce sözlüğü eline aldı. Ortaokulda İngilizce dersine spor öğretmeni girmişti. Lisede de meslek dersleri öğretmeni. İngilizceyi tam öğrenemeden İktisat fakültesine gelmişti. Üniversitede arkadaşı Temelin sayesinde 50 alarak zor geçmişti.  Şimdi ise iş başa düşmüştü. İngilizce bir iş ilanını elindeki kibrit kutusu kadar sözlükle çözmeye çalıştı. 

Yarım saat uğraştıktan sonra o ilanda da bir pazarlama firmasına denetçi aradıklarını öğrendi. Ama firmanın adı İngilizce Başer ColgatePalmolive  idi. Ne iş yapıyorlardı, ne pazarlıyorlardı acaba. Bu ilandaki adres Şişli idi. İstanbul’un en sosyete semti. Hem de Abide-i Hürriyet Caddesi. İlanın altındaki telefonu çevirdi. 

-İyi günler. Ben Ahmet Aydınlı. Gazetedeki ilanınız üzerine arıyorum.

-Buyurun efendim. 

-İş görüşmesine gelmek istemiştim. 

-İngilizceniz var mı?

-E,e evet var.

-Peki, yarın saat 11’de gelebilir misiniz?

-Evet gelirim. 

-Yerimizi biliyor musunuz?

-Evet biliyorum. Adresteki yer.

-Evet.Şişli, Abide-i Hürriyet Caddesi Boydaş Han. K.5 yarın bekliyoruz. İyi günler.

-İyi günler.

Kendi kendine kızdı. Bilmediği adresi biliyorum demişti. Şimdi nasıl bulacaktı orayı?Olsun yarın erken çıkar sora sora bulurdu. Şimdi önce bugünkü randevuya geç kalmadan gitmeliydi. Kalktı aceleyle sakal tıraşı oldu. Açık yeşil takım elbisesini giydi. Takımın rengine uygun koyu yeşil kravatını da taktı.  Beyaz çoraplarını giydi. Siyah ayakkabılarını süngerle parlattı. Kapıdan çıkmadan kızını ve eşini öptü. Onlar da hayır dualarla uğurladılar. Evden çıktı. Evi E 5 karayoluna çok yakındı. Hızla yürüdü. Elinde siyah çanta ile Topkapı minibüsüne bindi. En arkada bir kişilik boş yer vardı. Bir kişi Merter diyerek parayı öndekine uzattı. Minibüs yoldan müşteri toplaya toplaya devam etti. 

Minibüs Merter’e yaklaşırken ayağa kalktı. Ama kapıya gitmesi neredeyse imkânsızdı. 15 kişilik minibüse 30 kişi binmişti. Ayakta bile dikilmeye yer yoktu. Merter’e vardığında hala ortalara gelememişti. Minibüs durağa girmeden ikinci şeritte kapının ağzındaki yolcuları indirip hızla devam etti. Ahmet “inecek var” dediyse de, şoför çoktan gaza basmıştı. İtişe kakışa kapının ağzına vardığında minibüs bir sonraki durağa girmişti. Ahmet kan ter içinde aşağı indi. Geriye dönüp baktı. Merter’deki durakta inse 2 dakikada yürüyüşlegörüşmeye girecekti. Şimdi ise 15 dakika yürümesi gerekti. Aceleyle geldiği istikamete yürümeye başladı. Kalabalıkların arasında kaldırımda yer bulamayınca minibüslerin yoluna iniyor, hızla randevusuna yetişmeye çalışıyordu. 

Mayısın ilk günleri idi. Havalar ısınmıştı. Saat 14.05’de kan ter içinde FrukoTamek Fabrikasının bahçe kapısından girdi. Bekçiye geliş sebebini söyledi. Bekçi onu girişteki ana binanın üst katına gönderdi. Üst kata çıktığında iş müracaatı yapmış görüşmeye gelen 10-15 kişinin olduğu bir salona gönderdiler. Sekretere geldiğini bildirip beklemeye başladı. 

Kendi sırası geçtiği için içeri görüşmeye giren kişi çıkınca adını Ersan Bey olarak öğrendiği pazarlama müdürünün odasına girdi. Kapıdan girişte selam verdi. Ama alan olmadı. İyi günler diyerek müdürün tam karşısındaki sekreter koltuğuna ilişti. Oda sıcaktı. Ahmet zaten 15 dakika elinde çanta, sırtında takım elbise, randevuya geç kaldığı için terlemişti. Odanın sıcaklığı ile kısa kollu gömlekle oturan müdürün karşısında takım elbiseli bir pazarlamacı adayı olarak oturdu.

Alnından damlayan terleri sildi. Ersan Bey’in sorduğu sorulara cevaplar verdi. Ama kendini, kendi de beğenmedi. Nerede çalışmıştı, İstanbul’u bilir miydi, daha önce içecek sektöründe tecrübesi var mıydı? Bu sorular ne Ahmet’i memnun etti, ne de Ersan Bey’i tatmin etti.  İkisi de bu işin olmayacağını bilerek görüşmeyi kestiler. 

Ahmet,  morali bozuk ama ümidini yarına saklayarak görüşmeden çıktı. Eve gitti. Ertesi güne hazırlanmaya başladı. Yarınki görüşmede İngilizce konuşulacaktı. Sekreter telefonda “İngilizceniz var mı?” diye, sormuştu. Ahmet de kekeleyerek“evet” demişti. Öyleyse hazırlanmalıydı. 

Elinde kibrit kutusu büyüklüğünde İngilizce sözlükle oturdu masasının başına. Düşündü, bu tür bir görüşmede neler sorulabilirdi?  Adı soyadı, adresi, yaşı, doğduğu yer, okuduğu okulu, nereli olduğu, evli olup olmadığı, ehliyeti var mıydı, seyahat edebilir miydi? Bütün bu sorulara karşılık gelecek İngilizce cümleler ezberledi durdu bütün gece.  Sonra kendisi ile kimler görüşecekti? Yerli mi yabancı mıydılar? Bu firma ne iş yapıyordu? Ne alıp ne satıyorlardı. Denetçi ne demekti? Bunları sorabileceği kimse de yoktu, aklına gelen. Bin bir sorunun gelip geçtiği aklı karmakarışıktı. Ağırlaşan gözleri uykuya daldığında gece yarısı çoktan geçmişti. Kızı ve eşi çoktan uyumuşlardı bile. 

 

Ahmet Aydınlı – Başer ColgatePalmolivefirmasına giriş yıllarında

 

 

BAŞER COLGATE PALMOLİVE’DEİŞE GİRİŞ

 

Ahmet sabah olunca bütün cesaretini toplayıp İngilizce bilen biri olarak yabancı bir şirkete iş görüşmesine gitti. Önce Topkapı minibüsüne bindi, Topkapı’da da Şişli Mecidiyeköy otobüsüne geçti. Haliç’i geçtikten sonra otobüste etrafına bakındı, kendi akranı birini görünce ona, Şişli Abide-i Hürriyet Caddesi’ni sordu. O da otobüsün oradan geçtiğini söyleyince rahatladı. Ön taraflara ilerledi. Bir gün önceki gibi, durağı kaçırmak istemiyordu. Kaptana Abide-i Hürriyet Caddesi’nde ineceğini söyledi. Kaptan da “iki durak sonra, Osmanbey’i geçtikten sonra Şişli Camii’nden sonraki durak” dedi. Şişli camiini görünce rahatladı. Camiinden sonraki durakta indi. Şimdi sıra Boydaş Hanı bulmakta idi. Çantasından gazeteden kestiği ilanı çıkardı. Orada sokak numarası yazıyordu. Kapılara baka baka ilerledi. 

Kaldırımdaki gazete satan büfeye sordu. Büfedeki yaşlı adam, ikiyüz metre ilerde beş katlı büyük bir iş hanını tarif etti. Kim bilir günde kaç kişiye adres tarif ediyordu zavallı adam. Ona teşekkür edip, adresi bulmanın rahatlığı ile emin adımlarla iş hanına yürüdü. 

Girişteki bekçiye iş görüşmesine geldiğini beşinci kata çıkacağını söyledi. Asansörün önünde beklerken yanına birkaç kişi daha geldi. Aralarında yabancı dille konuşuyorlardı. Gülüşerek asansöre bindiler. Ahmet de onlarla birlikte beşinci kata çıktı. Asansörden inip kapısında Başer ColgatePalmoliveyazılı bir kapıdan içeri girdi. İçerisi oldukça kalabalıktı. Kimisi evrak getiriyor, kimisi ellerinde bazı ürünlerle odadan odaya gidiyordu. Nerden baksan 50, 60 kişinin çalıştığı bir iş yeriydi. 

Kapısında sekreter yazan odaya gitti. Kendisini tanıttı. Sekreter oturmasını ve beklemesini söyledi. Randevusuna henüz 10 dakika vardı. Etrafına bakındı. Etrafta deterjan kutusu ve diş macunu resimleri vardı. İçerisi de yumuşatıcı parfümü kokuyordu. Sekreter her çalan telefona “ok, yes, please” gibi cevaplar veriyordu. Demek ki konuştuğu kişiler hep yabancıydı. Bu arada koridordan gelip geçen, çoğu bayan olan çalışanların birçoğu İngilizce konuşuyor, bir birlerine Türk de olsalar İngilizce cevaplar veriyorlardı. 

Sekreter Ahmet’e içeriyi işaret ederek, buyurun sizi bekliyorlar, dedi.

Ahmet kendinden emin adımlarla yerinden kalktı. İçine eski çalıştığı yerin kataloglarını ve kartvizitlerini koyduğu siyah çantasını aldı. Kurşuni takım elbisesinin kruvaze ceketinin düğmelerini ilikledi. Kravatını düzeltti. Toplantı odası yazan kapıyı çaldı ve cevap beklemeden girdi. İçerde bir oval toplantı masası ve etrafında 5 kişi vardı. 1 kişilik de boş koltuk. İçlerinden Türk olan  eliyle işaret ederek 

-Buyurun oturun dedi.

Ahmet gösterilen yere oturdu. Çantasını yavaşça yere bıraktı. Masanın başında oturan sarışın uzun boylu adam sordu. 

-What is your name? ( adınız nedir)

-My name is Ahmet Aydınlı.( adım Ahmet Aydınlı)

-Tell us aboutyourself.( Bize kendinizden bahsedin)

-My name is Ahmet Aydınlı. I wasborn in 1961 in Denizli. I graduatedfromthefaculty of Economist.I wanttowork in yourcompany. I stillwork as a marketingmanager in a furniturefactory.(adım Ahmet Aydınlı. Denizli'de 1961 de doğdum. Mezun olduğum okul İktisat Fakültesi. Firmanızda çalışmak istiyorum. Halen bir mobilya fabrikasında pazarlama müdürü olarak çalışıyorum.)

-What can youknowaboutourcompany?(firmamız hakkında neler biliyorsunuz?)

-…………………………….

-Giveinformationabouttelmarketingsector.(pazarlama sektörü hakkında bilgiler verin)

-My name is Ahmet Aydınlı. I wasborn in 1961 in Denizli. Graduatedfromthefaculty of economic.I wanttowork in yourcompany. I stillwork as a marketingmanager in a furniturefactory.

-I knowyou. More ?( seni biliyorum. Başka?)

-………………….

-Ok ok. Thankyou. ( tamam tamam. Teşekkürler.)

Masanın başında oturan adam eliyle kapıyı göstermişti. Ahmet anlamıştı. İşe alınmayacaktı. Adam ne sorsa, akşam ezberlediği beş ingilizce cümleyi tekrarlamış durmuştu çünkü. Zaten ne sorarsa sorsun bunları söyleyecekti. 

Bir anda Selahattin Karagöz’ün tembihi ve iş bulma taktiği aklına geldi. Ayağa kalktı. Çantasını açtı. İçinden OrselBüro Mobilyaları kataloğunu çıkardı. Orta sayfasını açtı, masaya doğru uzattı. 

-Bey’ler sizinle tanıştığıma memnun oldum. Bu oturduğunuz masa size yakışmamış. Size kendi ürettiğimiz şu toplantı masasını tavsiye ediyorum. Maliyetine veririm. İşte bu da kartvizitim. Kataloğu bırakıyorum. Karar verin arayın hemen göndereyim, dedi. 

Bu arada büyük toplantı salonunun öbür ucunda pencerenin kenarında elinde gazete okuyan orta yaşlarda esmer bir adam yüzünü kapatan gazetesini aşağı indirdi. Gözündeki okuma gözlüğünün üzerinden Ahmet’e baktı. Sonra gazetesini okumaya devam etti. 

Ahmet masadakilere teşekkür edip başı ile selamlayarak odadan çıktı. Elindeki kartvizitin birini de sekretere uzattı. Aramak isterseniz buyurun kartım, dedi. 

Morali bozuk bir halde, işe kabul edilmeyeceğini düşünerek asansöre doğru yürüdü. Asansörün başı kalabalıktı. Sıra kendisine gelmezdi. Merdivenlere yöneldi. Kat merdivenlerini yavaş yavaş inmeye başladı.  Her katta bir firma vardı. Hem de Türkiye’nin en tanınmış firmaları. Demek ki burası önemli bir yerdi. Toplantı odasındaki sarışın adamın sorduğu ama kendisinin de pek anlamadığı sorular aklında uçuşup duruyordu. Adam adını sormuş, söylemişti. Sonra kendinden bahset demiş,  Ahmet de 5 cümle ile cevabını vermişti. Diğer sorduğu sorular ne idi acaba? Ahmet yine de bir gece önce ezberlediği cevabı ikinci kere tekrar söyleyince adam kızmıştı. Neyse, olsundu, İngilizce konuşmuştu ya. 

Başka bir iş bakacaktı artık. Türkçe sorulan ve konuşulan başka bir iş. Gazetelere iş ilanlarına bakmaya devam eder, yarın başka bir iş ilanına giderdi. 

Bu düşüncelerle on dakikada beş katı inip iş hanının giriş kapısına geldiğinde kapıdaki bekçi işaret ederek durmasını söyledi.

-Hemşerim bakarmısın, dur bir dakika.

-Buyurun.

-Adınız Ahmet Aydınlı mı?

-Evet.

-Sizi yukarıdan çağırıyorlar.

-Kim çağırıyor?

-Başer’den sekreter hanım telefon etti.

-Ben görüştüm onlarla.

-Olsun, tekrar görüşmek istiyorlarmış. Sekreter Hanım Ökkeş Bey görüşmek istiyor dedi.

-Ökkeş Bey kim?

-Patron.

-Peki çıkıyorum.

Ahmet biraz önce neler düşünüyordu, şimdi neler oluyordu. Ökkeş Bey madem patrondu, kendisini niçin geri çağırıyordu. Hem patron kendisini nerden tanıyordu ki? Acaba Ökkeş Bey ne diyecekti? Kafasında sorular peş peşe gelirken asansöre bindiği gibi kendisini beşinci katta buldu. 

Adının sonradan Füsun olduğunu öğrendiği aynı sekreter bu defa kendisini kapıda ayakta karşıladı. Saygılı bir ifadeyle, 

-Kusura bakmayın Ahmet Bey, sizi tekrar yorduk ama sizinle Ökkeş Bey görüşmek istedi dedi.

-Ökkeş Bey kim?

-Patronumuz.

-Peki, görüşelim.

-Buyurun, ÖkkeşBey’in odasına geçelim.

Ceviz kaplamalı ve üzerinde “Yönetim Kurulu Başkanı” yazılı kapıdan Füsun Hanım önde Ahmet arkada girdiler. 

-Ahmet Bey geldiler efendim, dedi Füsun Hanım.

-Gelsin kızım, sen bize iki kahve söyle.

-Peki efendim.

İş görüşmesine girdiği toplantı odasının arka köşesinde pencerenin yanında elinde gazete okuyan adamla göz göze geldiler. Demek o Ökkeş Bey idi. Kendisinin görüşmesine kulak misafiri olmuş muydu yoksa? 

-Buyur yeğenim, gel otur konuşalım seninle.

-Peki efendim.

-Bizimkilerle görüşmene şahit oldum. Kendine ne kadar güvendiğini gördüm. Seni işe almadılar diye çıkıp gitmedin. Onlara mal satmaya çalıştın. Hatta bir de masaya kartvizit koyup adamlara “ben buyum” dedin. Aferin sana. 

-Ne yapayım efendim, adamlar ha bire İngilizce sorular soruyorlar. Ben de bunaldım. Ne iş yapacağımı bile bilmeden İngilizce yalan yanlış cevaplar verdim. Sanırım beğenmediler beni. 

-Olsun boş ver sen onları. Şimdi sen bana en baştan kendini bir güzel anlat. Aileni, memleketini, okuduğun okulları, son çalıştığın yeri en baştan anlat.

-Efendim, ben Denizli’nin Çal İlçesi Hançalar Kasabas’ında 1961 de doğdum. 26 yaşındayım. Babam din görevlisi, annem ev hanımı. Beş kardeşin en büyüğüyüm. Diğer kardeşlerim de okuyorlar. İHL mezunuyum. Bursa’da İktisat Fakültesini bitirdim. Askerliğimi yaptım. 8 ay önce bir iş bulup İstanbul’a geldim. Halen Orsel Çelik Eşya ve Mobilya Fabrikasında pazarlama müdürü olarak çalışıyorum. Buyurun bu da kartvizitim.

-Evli misin?

-Evet, efendim bir de 3 yaşında kızım var.

-Ehliyetin var mı?

-Evet var.

-Seyahat etmeyi sever misin?

-Evet, çok severim.

-Bak yeğenim seni sevdim. Seninle birlikte çalışacağız. Sen benim elim, ayağım, gözüm, kulağım olacaksın. Sana yeni kurduğumuz pazarlama firmasının denetçilik görevini veriyorum. Türkiye’de beş bölge müdürlüğü ve depolar kuruyoruz. On ilde de satış şeflikleri kuruluyor. Onların çalışmalarını denetleyecek, sürekli takipte olacaksın. Depolarını, kasalarını kontrol edeceksin. Çalışmaları, harcamaları, dağıtım ve tahsilatları takip edeceksin. Doğrudan bana bağlı çalışacaksın. Seni mali işler müdürü Kürşat Bey’e göndereceğim. O sana ne yapacağını anlatır. Anlaştık mı?

-Peki efendim. Siz merak etmeyin. Sizi mahcup etmem. 

-Hayırlı olsun yeğenim. Hadi bakalım!

Ökkeş Bey, çakmak çakmak gözleriile, ayağa kalkan Ahmet’i tepeden tırnağa bir daha süzdü. Telefona uzandı.

-Füsun gel kızım, dedi.

Füsun Hanım kapıda göründüğünde ona:

-Ahmet Bey yeni denetçimiz. Onu Kürşat Bey’e götür. Ben Kürşat’a telefon ediyorum. O gereğini yapar, dedi.

-Peki efendim, buyurun Ahmet Bey gidelim.

Füsun Hanım önde Ahmet arkada odadan çıktılar. Koridorun öbür ucundaki bir kapıya geldiler. Mali İşler Müdürlüğü yazan kapıdan içeri girdiler.  İçerde bir sekreter ve arkasındaki camlı odada karayağız bir müdür oturuyordu. Telefonda İngilizce bir şeyler konuşuyordu. Ayakta telefon konuşmasının bitmesini beklediler. Telefon bitince, Füsun Hanım:

-Kürşat Bey, Ökkeş Bey Ahmet Bey’i size gönderdi efendim, dedi.

-Haberim var. Siz gidebilirsiniz Füsun Hanım, buyurun oturun Ahmet Bey dedi, Kürşat Bey. Devamla sordu:

-Ökkeş Bey’i nereden tanıyorsunuz?  Sizi çok beğenmiş. 

-Biraz önce tanıştık efendim. 

-Sahi mi? Bana eskiden tanışmış gibi veya tanıdık biri referans olmuş gibi geldi de. 

-Hayır efendim. Dün ilanınızı gazetede okudum. Randevu aldım. Bugün de görüşmeye geldim.

-Hayret! Ökkeş Bey kolay kolay kimseyi beğenmez, kolay işe almaz ama. 

-Ben önce beş kişilik bir heyetle görüşmeye girdim. Yabancı dilim yetersiz olduğu için tam anlaşamadık. Görüşme olumsuz sonuçlanınca, ben de boşa gelmemiş olayım diye çalıştığım iş yerimin kataloğunu bıraktım. Bunu da Ökkeş Bey görmüş. Hoşuna gitmiş. Beni aşağıdan tekrar geri çağırttı. Uzun uzun konuştuk. Beni işe aldı,size gönderdi. 

-Beni de aradı söyledi. Şimdi sana yapacağın işi anlatayım. Başer ColgatePalmolivefirması Amerikan Türk ortaklığı. Yarı yarıya ortak kurulmuş bir şirket. Adana Bahçe ilçesinde bir toz deterjan fabrikası var. Bir de Adananın içinde krem deterjan fabrikası var. Bir miktar da Avrupa’dan Amerika’dan ithal gelen ürünler var. Bunların hepsini Başer Pazarlama A.Ş satıyor. Bu satış teşkilatının beş bölgede depoları ve on ilde de satış şeflikleri kuruluyor. Senin görevin buraları denetlemek, raporlamak. Yapabilirsin değil mi?

-Tabii ki yaparım. Tam benim işim. Siz merak etmeyin. Yalnız merak ettim. Beni işe alırken önce İngilizceden sınav yaptılar, hiç bunlardan bahsetmediler. Bu işte nerede İngilizceyi kullanacağım ki?

-O bizim Hollandalı Genel Müdür Karel Van B.in isteği idi. Ama istedikleri birini bulamadılar. Ökkeş Bey de sizi işe alınca, sizi benimle irtibatlandırdılar. Siz bana bağlı olarak çalışacaksınız, raporlarınızı bana verin. Ben de onlara sunarım. Tamam mı?

-Tamam efendim. 

-Aylık ücret olarak ne düşünüyorsunuz?

-Ne yapacağımı bilmediğim için bir rakam düşünmemiştim. Siz takdir edin.

-Şimdilik ilk girişte 200 bin TL olsun, yılbaşında artırırız. Olur mu?

-Olur, tabii ki. Uygun. 

-Seyahat programını yarın birlikte yaparız. 

-Tamam, teşekkürler.

-Evinizin adresini idari işler müdürüne yazdırın. Yarın sabah servis sizi evden alsın. 

-Peki efendim, şimdilik müsaadenizle, yarın görüşürüz.

Ahmet, Kürşat Bey’in odasından çıktı. Bulutların üstünde uçuyor gibiydi. Kürşat Bey ayda 200 bin TL maaş demişti. Hâlbukieski işinden 90 bin TL alıyordu. Tam iki katı para kazanacaktı. Üstelik işe gelirken servis kapıdanalacaktı. Minibüs beklemek ve ulaşım parası da yoktu artık. Allah’ım bu bir rüya mıydı?Sabah buraya gelirken işsiz bir genç adamdı. Şimdi ise Türkiye’nin deterjan devlerinden birinde, denetçi olarak çalışacak, iyi kazanan biri olacaktı.   

Hemen kendini toparladı. Bu olan bitenler Selahattin Bey’in verdiği taktiklerle olmuştu. Hemen ona gidip durumu anlatmalı ve teşekkür etmeliydi. Şişli Camii’nde ikirekat şükür namazı kılıp,  otobüs durağından Topkapı’ya bindi. Oradan da Maltepe Sanayi Sitesi minibüsüne. Saat 12.30’a doğru Orsel Mobilya Fabrikasına vardığında işçiler yemeğe çıkıyordu. Doğrudan Selahattin Bey’e gitti. Sekreter Füsun Hanım geldiğini Selahattin Bey’e bildirdi. O da kabul etti. 

Ahmet içeri geçtiğinde Amcası Yusuf Bey de oradaydı. Selam verdi, ikisi ile de tokalaştı. Sabahtan beri olan bitenleri tek tek anlattı. Sonunda bu işe alınmasında Selahattin Bey’in önce yeni kartvizit bastırtmasının, sonra da elinde katalogla ve bir işte çalışan biri olarak görüşmeye gitmesinin çok etkili olduğunu söyleyerek Selahattin Bey’e teşekkür etti. Amcası da önce Ahmet’in Orsel’den ayrılmasına üzüldü, sonra da yeni iş bulmasına ve bu olan bitene sevindi.

Artık Ahmet’in Selahattin Bey’le helalleşme zamanı gelmişti. Ayağa kalktı. Selahattin Bey’in yanına dolaştı. 

-Selahattin Bey, 8 ay önce beni işe aldınız. Hakkım olmadığı halde bana müdürlük unvanı verdiniz. İstanbul’un zor ortamında beni 8 ay yanınızda barındırdınız. Şimdi ise yeni ve iyi bir iş bulmama yardımcı oldunuz. Size çok teşekkür ederim. Hakkınızı ödeyemem. Hakkınızı helal edin. 

-Ahmet’ciğim biz sana sadece bir kapı açtık. O kapıdan içeri giren, burada başarılı çalışmalar yapan, buradan sonra da yeni işlerde başarılı olacak olan sensin. Bu kapı sana her zaman açık olacak. Ne zaman başın sıkışırsa gel, beklerim. 

Kucaklaştılar. Amcası ile birlikte odadan çıktılar. Ahmet, amcasına döndü:

-Amca, beni 8 ay önce buraya sen getirmiştin. Şimdi yine seninle birlikte çıkıyoruz. Hem de daha iyi bir iş bulmuş olarak. Sana da teşekkür ederim. Sağolasın. 

-Amcam biz görevimizi yaptık. Senin İstanbul’un zorlu iş hayatında yanında olduk. Bundan sonra daha başarılı bir iş hayatı seni bekliyor. Her hafta bana gel, konuşalım. Yeni işinle ilgili olan biteni anlatırsan memnun olurum.

-Tamam gelirim, hoşça kal. 

-Dur nereye gidiyorsun? Önce birlikte yukarıya yemeğe çıkalım. Sonra gidersin.

-Tamam olur çıkalım.

Yemekten sonra elindeki bond çantası ile önce Topkapı’ya oradan da Küçükçekmece Cennet Mahallesine doğru yola çıktı. 

 

 

BAŞER COLGATE PALMOLİVE YILLARI

 

Ertesi sabah saat 06.30’da Ahmet’in oturduğu apartmanın kapısının önünde beyaz bir servis minibüsü durdu. Şoför eğilip bahçeli zemin kattaki apartman dairesinden bakan var mı diye kontrol ediyordu.  Ahmet hemen işaret edip geliyorum dedi. Koşarak servise bindi. 

-Selamünaleyküm, bekletmedim değil mi?

-Aleyküm Selam. Hayır efendim ne demek. Şimdi geldim zaten. Evinizi de kolayca buldum. Benin adım Mustafa. Servis şoförünüzüm. 

-Ben de Ahmet Aydınlı. Firmanın yeni denetçisi.

-Tanıştığımıza memnun oldum efendim.Bundan sonra her sabah sizi 06.30 da buradan alacağım değil mi?

-Evet lütfen.

-İlk siz bineceksiniz. Sizden sonra 100 mt.ilerideFlorya’dan bilgi işlem müdürümüz binecek. 

-Siz her binenle beni tanıştırırsınız değil mi?

-Tabii efendim memnuniyetle. 

Küçükçekmece’den saat 06.30’da kalkan servis 08.20’deŞişli Abide-i Hürriyet Caddesinde Boydaş Hanın bahçesine vardığında 15 kişi olmuşlardı. Bilgi işlem, krediler, muhasebe, satın alma, personel, idari işler müdürleri ve onlara bağlı elemanları ile hep tanışmıştı. 

Ahmet en önde oturuyordu. Her minibüse binene şoför Mustafa Bey, Ahmet’i göstererek “firmamızın yeni denetçisi” diyor, herkes de biraz tedirgin biraz çekingen adını söyleyip tanışıyorlardı. Serviste 10 bayan 5 erkek idiler. 

Onu kimse kendisinden saymadı. Çünkü hepsini denetleyecek birisiydi. Mesafeli durmalıydılar. Ne olur ne olmazdı. 

Saat 8.30’da Boydaş Han’ın 5. katındaki şirket merkezine girdiler. Herkesin bir odası bir masası ve bir koltuğu vardı. Ama Ahmet yeni olduğu için henüz bir oda bir masa vermemişlerdi. Ahmet de Kürşat Bey’in odasına geçti. Kürşat Bey, hoş geldin” diyerek ona masasının önünde bir koltuk gösterdi. 

-Şimdilik size bir oda veremiyoruz. Çünkü sürekli seyahatlerde olacaksınız. Burada oturmanıza gerek yok. Ama rapor yazarken benim odamdaki şu masayı kullanabilirsiniz, dedi. 

Ahmet’in bu durum hoşuna gitmemişti. Koskoca şirkette kendisine bir oda niçin yoktu? Üstelik denetçi olarak kendisinden çekinilen biriydi. Böyle ortalıkta olmazdı.  Yine de bir odasının olması gerektiğini Kürşat Bey’e söyledi. O da ilerde ayarlarız, dedi. 

Kürşat Bey, öğleye kadar şirketi tanımasını, öğleden sonra da 500 metre ileride Çağlayan’da bulunan İstanbul Bölge Müdürlüğü deposunu ve kasasını denetime gideceğini söyledi. Ahmet’in eline de bir kasa sayım tutanağı, birkaç sayfalık da depo sayım tutanağı verdi. 

Ahmet eline verilen evraklara baktı. İlk defa görüyordu ama, olsundu. Üstesinden gelebilirdi. 

Öğle yemeği saati gelince bütün personel hep birlikte şirketten çıktılar. Şişli Karamürsel Mağazasının en üst teras katındaki iş yeri ile anlaşmalı restoranta vardılar. Ellerindeki yemek fişlerini girişteki kasaya teslim ettiler. Ellerinde tepsiler ile istediklerinden istedikleri kadar alıp yiyebiliyorlardı. Firmaları burası ile böyle anlaşmıştı. Başka firmalardan gelenler de vardı. Onlarda aynı şekilde yemeklerini self servis alıyorlar, herkes istediğinden doyuncaya kadar alabiliyordu. 

Ancak bir sorun vardı. Her şey açık büfe ve sınırsız olduğu halde sabah birlikte geldikleri servis arkadaşları ile aynı masaya oturduklarında bayanların sadece salata yoğurt falan yediklerini gördü. Ahmet bir de kendi tabağına baktı. Utandı. Tabak tepeleme doluydu. Utana sıkıla çabucak tabağını bitirmenin telaşına koyuldu. Krediler Müdürü Okan Hanım:

-Ahmet Bey, böyle yerseniz yüz kilo olursunuz, dikkat edin! dedi. 

-Merak etmeyin, pek kilo alamıyorum. Hala 56 kilodayım, dedi, Ahmet. Ama size katılıyorum. Dikkat etmek gerek. Ben de salata falan alayım artık. 

O günden sonra ya yemeğe tek başına geç geldi veya herkesle geldi ise yalnız bir masada oturup yemek yemeyi tercih etti. Yoksa o güzelim yemeklere hasret kalacak, İstanbul sosyetesinin elinde oyuncak olacaktı. 

Öğleden sonra elinde Kürşat Bey’in verdiği evraklarla, haber vermeden İstanbul Bölge Müdürlüğünün yolunu tuttu. Çünkü Ökkeş Bey ve Kürşat Bey denetimlerin habersiz yapılmasını istemişlerdi. Bölge Müdürlüğü, Antikacılar çarşısının alt katında büyükçe bir depo içinde idi. Zeminden bodruma inen merdivenlerden inip “muhasebe” yazan kapıdan girdi. İçerde para kasasının olduğu büyükçe masanın arkasında 50 yaşlarında zayıf ve asık suratlı bir adam oturuyordu. 

-İyi günler. Ben Ahmet Aydınlı. Firmanın yeni denetçisiyim. Müsaadenizle önce kasayı sonra da depodaki stokları saymakistiyorum.

-Ben de muhasebe müdürü Albay Hasan.Kim gönderdi sizi?

-Kürşat Bey.

-Ne yapmışız ki, niye sayılıyormuşkasa ?

-Bilmem. Benden  kasayı ve depoyu saymamı istediler. İşte bunlar da formlar ve tutanaklar. 

-Bir dakika telefon edip sormam lazım. 

-Buyurun edin, bekliyorum. 

-Alo kızım ben Albay Hasan. Kürşat Beyi veya Ökkeş Beyi bağlar mısın?

-Tabi efendim. Kürşat Bey buradalar bağlıyorum.

-Alo,Kürşat Bey nasılsın? Ya buraya Ahmet adında bir genç geldi. Siz göndermişsiniz. Kasayı ve depo stoklarını sayacağım diyor. Ne kabahat işledik ki?  Niye saydırıyorsunuz?

-Hasan Bey bu sizinle alakalı bir durum değil. Firma olarak kendi içimizde bir denetim mekanizması kurduk. Bu hem yabancı ortaklarımızın isteği, hem de bağımsız uluslararası denetleme kuruluşlarının isteği. Lütfen müsaade edin Ahmet Bey kasayı ve stokları saysın.

-İstifa ediyorum o zaman. Bana güvenmiyorsanız burada çalışamam. Zaten sivil hayata da alışamadım. Kimse kimseye güvenmiyor. Saygı göstermiyor. Böyle disiplinsizlik istemem.

-Hasan Bey istifa etmenize gerek yok. Sizi bir şey ile suçlamıyoruz. Sadece kendi kendimizi denetliyoruz. Ahmet Bey bizim firmamızın elemanı. Sadece sizi değil, Türkiye’deki bütün depolarımızı denetleyecek. En üst düzeyde yetkisi var. Tutanakları bana ve Ökkeş Bey’e getirecek.

-Kabul edilecek bir şey değil. Kasamız depomuz her zaman tamdır. Merak etmeyin siz. 

Depo personelinin çok saygı gösterdiği, albaylıktan yeni emekli olmuş Hasan Bey, 3 ay önce başladığı bu işte otoritesini kurmuş, herkesi askeri gibi görüyor, emir komuta zinciri içinde depoyu yönetmeye çalışıyormuş. İlk defa karşısına kendisini denetlemek isteyen biri çıkınca şaşırmış ve tepki göstermişti. 

Türkiye ihtilal sonrası yılları yaşıyordu. Yıl 1987 idi. 7 yıl önce 12 Eylül 1980’de ordu Kenan Evren Paşanın başkanlığında ihtilal yapmış, yönetime el koymuştu. Ülke 3 yıl sıkıyönetim altında yönetildikten sonra 1983 de seçimler yapılmış, Anavatan Partisi ordunun istememesine rağmen seçimleri kazanarak iktidara gelmişti. Ancak bu 3 yıllık sıkıyönetim döneminde ordudan emekli olan bütün rütbeli askerler özel sektörde işe yerleşmişti. Her firma, yönetim kurulunda veya yöneticilerinin arasında birkaç albay veya general bulundurmaya dikkat ediyordu. İşte bu furya içinde Hasan Bey de bu şirkette iş bulmuştu. 

Ahmet, Hasan Bey’in istemeye istemeye kalktığı koltuğuna oturdu. Kasayı açmalarını istedi. Hasan Bey kasanın anahtarını uzattı. 

-Lütfen kendiniz açın dedi, Ahmet. 

-Buyurun bunlar nakitler, bunlar çekler, bunlar da senetler dedi Hasan Bey. 

-Önce nakitleri yazalım, sonra da çeklerin listesini yapalım. En son senetler.

-Tamam, ama hala anlamadım neden yapılıyor bu sayım?

-Kürşat Bey yeterince anlattı sanırım.

Ahmet, Kürşat Bey’in eline verdiği tutanağı doldurduktan sonra kendisi imzaladı, Hasan Bey’e de imzalattı.  Sonra kasa defteri ile arasındaki farka bakmak istedi. Hasan Bey fark olmadığını, kendisinin az önce kontrol ettiğini söyledi. 

Ahmet yine de bakması gerektiğini söyleyerek kasa defterini istedi. Hasan Bey de defterle değil, bilgisayarla tutuyoruz, işte bu programda dedi. Ahmet ilk defa bilgisayarda bir kasa defterine bakacaktı. Hep beraber ekranın açılmasını beklediler. Masaüstündeki kocaman bilgisayar ekranının açtığı kasa sayfasının dün akşamki kapanış devirlerine bakarak bugünkü hesapları fiili kasa ile eşleştirmeye çalıştılar. Uzun uğraşlar sonunda kasada açık olmadığına emin oldular. Tutanakları imzaladılar. 

Sonra Hasan Bey depocuyu çağırarak, “Ahmet Bey’le stokları sayın” dedi. Depocu da “peki efendim” diyerek selam çakıp çıktı. Birlikte depoya girdiler. Her taraf deterjan kutularının stoklandığı paletlerle doluydu.  Neredeyse saymak imkânsızdı. Ahmet depocuya dönerek, sordu.

-Her akşam sayıyor musunuz?

-Evet efendim.

-Nasıl sayıyorsunuz bu kadar malı?

-Efendim önce stok listesini elimize alıp istiflerin üstüne çıkıyoruz. Fabrikadan çıkarken her paletin üzerine içindeki miktar yazılı olarak geliyor. Onları toplayarak stokları buluyoruz.

-Peki, getir bakalım stok listesini, bizde öyle yapalım. Tut elimden çıkalım paletlerin üzerine.

-Siz zahmet etmeyin isterseniz, üzeriniz toz olmasın. Ben çıkar sayarım.

-Hayır, beraber sayalım. Tut elimden çıkalım. 

Ahmet ile depocu saat 15.00’de başladıkları sayımı bitirdiklerinde saat 17.00 olmuştu. Kan ter içinde kalmışlardı. Üstleri başları toz topraktı. İş çıkış saati yaklaşmıştı. Servisler kalkacaktı. Acele ile stok raporlarını hazırladılar. Depoda açık yoktu. Tutanakları yaptılar imzaladılar. Son olarak piyasadan müşteri ziyaretinden dönen Bölge Müdürü Fikret Bey’e de bilgi verip tutanaklara onun imzasını da alıp depodan çıktılar. Fikret Bey Omo deterjandan transfer edilmiş deneyimli bir satış müdürü idi. Olan biteni normal karşıladı. BizLever’de de böyle denetlenirdik, dedi.  

Ahmet ilk günün ve ilk denetimin acemiliği ve zor bir depo müdürünü denetlemenin sıkıntısı ile merkeze döndüğünde herkes çıkmış servislere biniyordu. Ahmet elindeki evrakları acele ile Kürşat Bey’in odasına bırakarak servis minibüsüne koştu. En son binen olarak en arkada kalan boş yere oturdu.  Herkes soru dolu bakışlarla ona bakarken, o günün mutlu yorgunluğu ile yerine geçti oturdu.

Bu arada ilk gün ne kadar da uzun geçmişti. Sabahtan personel ile tanışmış, öğleyin yemeğe gitmiş, öğleden sonra koca İstanbul Bölge müdürlüğü deposunu ve zorlu Hasan Bey’in kasasını ve depo stoklarını saymış ve tutanaklarını tutmuştu. 

Bu arada şirkette Albay Hasan Bey’in istifa haberleri yayılmıştı. Kimsenin söz dinletemediği, diş geçiremediği Albay Hasan Bey ilk defa birinin sözüne bakmak zorunda kalmıştı. O da işe yeni başlayan Denetçi Ahmet Aydınlı idi. Herkes bu ve buna benzer şeyler söyleyip muhabbetini ediyordu. 

Aynı konu servis minibüsü hareket edince de açıldı.  

Muhasebe müdürü Yıldız Hanım:

-Ahmet Bey ilk gününüz nasıl geçti?

-İyiydi Yıldız Hanım.

-İstanbul bölge müdürlüğü deposunda imişsiniz.

-Evet, bugün orayı denetledim.

-Hasan Bey nasıl müsaade etti size?

-Biraz zor oldu ama, hallettik.

-Kasaya nasıl baktınız?

-Bilgisayardan.

-Bilgisayarınızda iyiymiş. Bir bakışta çözmüşsünüz. Öyle diyorlar.

-Olmak zorunda değil mi?

-Doğru doğru.

Krediler MüdürüVildan hanım:

-Ahmet Bey sizin işiniz zor. Bakın ilk günden kan ter içinde kalmışsınız.

-EvetVildan Hanım biraz zor oldu. Koli istiflerinin üzerlerine çıktık. Stokları saydık. 

-Albay Hasan Bey size kasayı verdi mi?

-Evet, verdi tabii ki.

-Nasıl aldınız? Bize bile vermiyordu?

-Ben alırım,yetkim var. Kürşat Bey ve Ökkeş Bey istediler.

-Hasan Bey sizin yüzünüzden işten istifa etmiş diyorlar.

-Bilmem, ben bir şey yapmadım, işimi yaptım.

-Size çok kızmış ama, eksiğini arıyorsunuz sanmış.

Personel Müdürü Kenan Bey:

-Siz işinizi yapıyorsunuz Ahmet Bey. Kızan da olur darılan da. 

-Evet Kenan Bey, ilk günden böyle oldu. Ama pes etmem ben. İşimi tam ve doğru yaparım. 

-Daha Anadolu’daki bölgeler, depolar ve şeflikler var. Onlara hiç denetim yapılmadı. Bir an önce gitseniz de onları da denetleseniz. 

-Görev verildikçe giderim Kenan Bey, hazırım ben.

-Yolluk ve masraflarınızı da ben hazırlarım. Kürşat Bey öyle söyledi. 

Ahmet ilk günün yorgunluğu, iş telaşı ve şaşkınlığı içinde eve geldi. 

Ahmet,  yemekten sonra çalışma masasının başına geçti. Bugün televizyon haberleri bile onu ilgilendirmiyordu. Allah’ım nasıl bir gündü. İlk günün personel tanışmaları, daha ilk günden en zor deponun kasa ve stok sayımları, ilk defa gördüğü bilgisayar kasası, hiç kullanmadığı bilgisayardan kasa ve stok sayım karşılaştırma işleri….

Hemen bir masaüstü bilgisayarı almalıydı. Kaç paraydı acaba. Gücü yeter miydi? Ama bilgisayarı mutlaka çok acil öğrenmesi gerekiyordu. Şirkette daha ilk günden herkes çok iyi bilgisayar bildiğini sanmışlardı. Halbuki hiç bilgisayar kullanmamıştı. Bu eksiğini belli etmemeliydi. 

Kasa tutmayı da öğrenmesi lazımdı. Bugün önüne konan kasayı şöyle bir göz ucuyla incelemiş kolay bir şey olduğunu tahmin ediyordu ama yine de eksik bulması imkânsızdı. Üniversitede şirketler muhasebesi dersi görmüşlerdi ama hiç uygulama yapmamıştı. Eski şirkette de bu işleri muhasebeci kızlar yapıyordu. Kendisine ne soran olmuştu ne de öğreten. 

Şimdi bir tespit yapması lazımdı. Bu işinde artıları ve eksileri nelerdi?

Önce eksileri: Bilgisayar bilmiyordu. Muhasebe bilmiyordu. İngilizce bilmiyordu.

Sonra artıları: Denetçilik yapmayı biliyordu. Kendine güvenmeyi biliyordu. İstanbul’u ve Anadolu’yu biliyordu. Para saymayı ve stok saymayı biliyordu. Seyahat etmeyi biliyordu. Araba kullanmayı biliyordu. Pazarlama yapmayı biliyordu. Adam tanımayı biliyordu. En önemlisi kendi artı ve eksilerini biliyordu. Bu en önemli özelliğiydi.

Demek ki artıları eksilerinden fazlaydı. Öyleyse kendine güvenerek işine sarılmalıydı. 

Bu sorularla ve endişelerle geçen bir geceden sonra sabah yine kendini servis minibüsünün ön koltuğunda buldu. ŞoförMustafa Bey muhabbeti seven konuşkan güleryüzlü bir adamdı. Dünden kalma muhabbetle, yine her servise binenle selamlaşa selamlaşa işyerine vardılar. 

Dünden kalan evraklarla Kürşat Bey’in odasına girdiğinde, Kürşat Bey ona toplantı masasında çalışabileceğini söyledi. Sonra kendisi de masaya gelerek dün hazırladığı tutanakları nasıl rapor edeceğini gösterdi. Bu arada Ahmet’e dünkü başarılı çalışmalarından dolayı kendisine daha çok güvendiğini söyledi. Hasan Bey’in önce istifa edeceğini söylediğini, sonra da vazgeçtiğini söyledi. Ahmet’e doping etkisi yapmıştı bu söz. 

Raporları hazırlayıp Kürşat Bey’e teslim etti. Kürşat Bey de inceleyip 3 takım fotokopi çekmesini istedi. Birisi kendisinde birisi Ökkeş Beyde birisi de Ahmet’te kalacaktı. 

Kürşat Bey öğleden sonra Ahmet’i yanına çağırıp Erzurum’da bir bölge Müdürlüğü kurduklarını ancak henüz bölge müdürü bulamadıklarını ve denetlenmediğini söyledi. Yarın yola çıkıp Erzurum’da bir hafta kalıp bu işleri halletmesini istedi.

Ahmet’in dün geceden beri Beyninde şimşekler çakan soruların ve endişelerin yerini sevinç almıştı. Karşısına bütün mesleki eksiklerini tamamlayabileceği bir fırsat çıkmıştı. Hemen kabul etti. 

Ertesi gün ilk otobüsle Erzurum’a hareket etti. 20 saatlik yorucu bir yolculuktan sonra sabah saat 9.00 da Erzurum’a indiğinde bir taksiye atlayıp depoya gitti. Evren Sitesi blokları altında birkaç dükkânın birleştirilmesi ile yapılmış depoya girdiğinde muhasebe odasında bir kişi bilgisayarın başında çalışıyordu. 

-Selamünaleyküm, ben Ahmet Aydınlı. İstanbul merkezden geliyorum. Firmanın Denetçisiyim. 

-Aleyküm selam efendim. Hakan ben. Muhasebe ve depo sorumlusu. Hoş geldiniz, buyurun.

-Önce bir Erzurum çayı içelim sonra kasaya depoya bakarız.

-Tabi efendim. Çayı kendimiz yapıyoruz. Hemen getiriyorum.

-Hakan Bey, işe başlayalı ne kadar oldu?

-2 ay önce başladım. 

-Mezuniyet nereden?

-Atatürk Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi. 

-Kaç mezunusunuz?

-1986.

-Daha önce iş tecrübeniz var mı? Mezun olunca buraya mı başladınız.

-Hayır efendim, ticaret lisesi mezunuyum. Üniversitede okurken bir muhasebecide yarım gün çalıştım. Bilgisayarlı muhasebe öğrendim. Mezun olunca firmanın iş ilanını gördüm. Müracaat ettim. İşe aldılar. İki aydır çalışıyorum.

Ahmet tam istediği gibi birini bulmuştu. Hem muhasebe hem de bilgisayar biliyordu. Hem de depoda yapılacak fazla bir iş de yoktu. Bu fırsatı iyi değerlendirmeli idi.

-Bak Hakan Bey, burası yeni kurulan bir bölge müdürlüğü. Siz de ilk elemanısınız. Sizinle birlikte sistemi baştan iyi kurmamız lazım. Bilgisayar programı, kasa ve stok takip programı, personel kayıtları, irsaliye ve faturalama işlemleri, bunların hepsini sil baştan sisteme birlikte yükleyip İstanbul merkezdeki sistemle uyumlu hale getirmeliyiz ki sorun çıkmasın.

-Tabi efendim. Siz nasıl isterseniz.

-Çayımızı içtiğimize göre kasa sayımı ile başlayalım. Kasayı açıp, yerinizi bana teslim eder misiniz?

-Tabi efendim buyurun.

-Bilgisayardan kasa sayfasını açın, kasa defterini de getirin, kasadaki çek ve nakitleri de sayalım. 

Hakan Bey, iş bilen bir uzmanın karşısında eli ayağına karışmış halde, ilk defa denetim geçirmenin telaşı ile her isteneni harfiyen yerine getiriyordu.

Ahmet’in istediği de buydu. Burada çaktırmadan işinin bütün inceliklerini öğrenecekti. İhtiyacı olan ve kendisinde eksik gördüğü bütün bilgileri tamamlayabilecekti. Birden aklına Selahattin Karagöz gelmişti. “ kendini işini bilen, kendinden emin biri olarak göster” demişti. İşte şimdi yapması gereken bu idi. Aslında bunu İstanbul merkezdeki ilk denetimde uygulamıştı. Ama orada herkes kendisinden daha bilgili idi. Her an açığını bulabilirlerdi. Burada ise karşısında kimse yoktu. Sadece her dediğini yapan bir eleman vardı.

Öğleden sonra deponun telefonu çaldı. Telefonu açan Hakan Bey, “buyurun efendim , ben Hakan” dedikten sonra ahizeyi karşısında oturan Ahmet’e uzattı.

-Kürşat Bey sizi istiyor efendim.

-Buyurun Kürşat Bey, ben Ahmet Aydınlı.

-Ahmet Bey nasıl gidiyor, ne yaptınız?

-Sabah 9’da buraya geldim. Hakan Bey’le tanıştık. Kasayı saydım. Stoklara bakıyoruz. Şimdilik her şey yolunda bir sorun yok efendim. 

-Ahmet Bey, sizden bir ricamız var. Siz oradayken bir bölge müdürü bulsanız, nasıl olur?

-Olur, tabii ki bakarım siz merak etmeyin. 

-Şöyle güvenilir, tecrübeli, iyi referansları olan biri olsun. 

-Tamam efendim araştırıp size bilgi veririm. 

-Birkaç gün orada kalın. Hem depoyu denetleyin hem de iyi birini araştırın.

-Tamam peki. Siz merak etmeyin. Bugün ve yarın gerekli çalışmayı yapar size haber veririm.

-Haydi, kolay gelsin.

-Teşekkürler, sağ olun. 

Ahmet telefonu kapattı. Erzurum’da birkaç gün daha kalması istenmişti. İyi bir bölge müdürü bulacaktı. Ahmet’in aklına İsmail Kahraman abinin sözleri gelmişti. “ gittiğiniz ilinŞehr-i Eminini (Belediye Başkanı ve Vali) mutlaka ziyaret edin” derdi. Ahmet Milli Türk Talebe Birliğinden yetişmişti. Şimdiki adı Birlik Vakfı olan ve kurucu genel başkanı İsmail Kahraman abinin dizinin dibinde yıllarca onun sohbetini dinlemişti.  1980 darbesi ile kapatılan MTTB’nin yerine 1985 de Birlik Vakfı kurulmuştu. Her cumartesi kültürel konferanslar devam ediyordu. Ahmet de Birlik Vakfının kültür Komisyonunun üyesiydi ve programların sunuculuğunu yapıyordu. 

Aklının bir yarısında Selahattin Karagöz’ün “ kendinden emin ve bilgili görün” sözü, diğer yarısında ise İsmail Kahraman abinin “ gittiğiniz ilin şehr-i eminini mutlaka ziyaret edin” sözü ile ertesi günü programladı. Telefon konuşmalarını duyan depo ve muhasebe sorumlusu Hakan Bey, Ahmet’in ne kadar yetkili ve etkili biri olduğunu ve ona karşı daha dikkatli ve her dediği yapılması gereken biri olduğunu anlamıştı. 

Ertesi gün Ahmet’in ilk işi Erzurum Valisini ziyarete gitmek oldu. Tanımadığı halde medeni cesareti ile özel kalemden geçip sekreterin masasına oturdu. O da Vali Bey’e İstanbul’dan bir misafiri olduğunu söyledi. Vali Bey, Ahmet’i odasına aldığında konuyu kısaca anlayıp bunun belediye başkanının işi olduğunu söyleyip Erzurum Belediye Başkanına gönderdi. Sekreterine de talimat verip hemen randevusunu da aldı. 

Yarım saat sonra randevulu bir ziyaretçi olarak, hem de İstanbul’dan yatırım yapmak için gelen bir firmanın yetkilisi sıfatıyla Belediye Başkanının karşısındaydı. Erzurum Belediye başkanı 45-50 yaşlarında tipik bir dadaştı. Kılığı, kıyafeti, konuşması  buramburam Erzurum kokuyordu. İlk giriş, selam, kelamdan sonra Ahmet söze başladı:

-Sayın Başkanım, firma olarak Erzurum’a bir bölge satış müdürlüğü kurmak istiyoruz. Şimdilik küçük bir depo tuttuk. Ama Doğu Anadolu bölge müdürlüğüne, çalışkan, girişken, tecrübeli birini arıyorum. Sizin tanıdığınız güvenilir biri olursa sevinirim, dedi. 

-Ahmet Bey, Vali Bey aradı söyledi. Yem Fabrikasının müdürü vardı. İyi tanıdığımız bir arkadaş. Onu tavsiye ederim. Üstelik satış pazarlamayı da iyi bilir.

-Tamam, hemen gelsin tanışalım. Bugün karar verelim. Yarın da İstanbul’a döneceğim. 

-Kızım yem fabrikasının eski müdürü Fahri Beyi arayın. Müsaitse hemen gelsin. Biz de yemeğe çıkalım. Buyurun Ahmet Bey size bir Erzurum cağ kebabı ikram edelim.

-Peki Başkanım, cağ kebabının adını duymuştum, ama tatmaya fırsat olmadı.

Belediye İş Hanının teras katındaki restoranta girdiler.  İş yeri sahibi kapıda Belediye Başkanını görünce telaşla koştu. ”Hoş Geldiniz Başkanım “ diyerek elini sıktı. Başkan da Ahmet’i göstererek “İstanbul’dan misafirim var, beni mahcup etmeyin” dedi. 

Odun ateşi üzerine, yatay olarak kuzu etinden hazırlanıp kızartılan,dönere benzer kebaba cağ kebap deniyordu. Yatay olarak kızaran etler, bir şişe takılarak kesiliyor, masalara şişler halinde servis ediliyordu. Tadı da kokusu da mükemmeldi. 

 

Yemekten dönünce Başkanın odasında Fahri Bey’le tanıştılar. Fahri Bey, aslen Erzurumlu, 40 yaşlarında tıknaz, esmer, sevimli, hareketli ve insana güven veren biriydi.  Ahmet kendisine işi anlattı. O da kabul etti. Ahmet de kendisini İstanbul genel merkeze davet etti. İstanbul’a gelecek, patronlar ve müdürleri ile görüşecek, sonra da kendisine verilecek araba ile Erzurum’a dönecekti. 

 

İş yerine döndü. Hakan Beyden yan taraftaki odayı hazırlamasını istedi. Bölge müdürü gelecek dedi. Oda hazırdı. Ama silinip temizlenmesi gerekiyordu. 

Ahmet saat 15.00’de İstanbul Firma Genel Merkezini arayıp Kürşat Bey’e Bölge Müdürünü bulduğunu söyledi. Kürşat Bey şaşırmıştı. Daha dün söylemişti. Bir günde nasıl bulmuştu?

 

Ahmet ertesi gün, kendine güveni gelmiş, verilen görevi yapmış, üstelik işinin inceliklerini de öğrenmiş olarak, Dadaş Turizm’in İstanbul otobüsüne bindi. 20 saat sürecek geri dönüş yolculuğu Erzurum’dan başlamıştı.

Erzurum Otogardan hareket etmeden önce hediyelik eşya satan bir dükkândan İstanbul’a hediye götürmek üzere, Kürşat Bey’e ve iş yerindeki arkadaşlarına birkaç Oltu taşı tespih, Selahattin Bey’e bir bakır işleme Kur’an muhafazası, eşine bir Oltu taşı kolye ile eve bir kilo bal ve bir teker eski kaşar aldı.  

 

Ertesi gün sabah İstanbul Topkapı Otogarında otobüsten indiğinde seferden zaferle dönen bir komutan gibi mutluydu. Eve bile gitmeden doğrudan iş yerine gitti. Kürşat Bey’e olan bitenleri bir bir anlattı. Ayrıca kendisine bir de Oltu taşı tespih aldığını söyledi. Kürşat Bey Ahmet’in çalışmasından oldukça memnundu.  Birlikte Ökkeş Bey’in odasına gittiler. Orada Ahmet, Erzurum’da olan bitenleri tekrar anlattı. Hele Vali Bey’e ve Belediye Başkanına gidişi ve onların tavsiyesi ile güvenilir bir bölge müdürü buluşu Ökkeş Beyi çok memnun etmişti.

Ökkeş Bey Ahmet’e dönerek:

-Yeğenim, bundan böyle seninle çok güzel işler yapacağız, dedi. Birkaç gün dinlen haftaya da Adana’ya gideceksin. Orada da yapılacak önemli işler var, dedi. 

Kürşat Bey’e dönerek; Ahmet’in yolluk ödemelerini yapın evine gitsin dedi.

Kürşat Bey’le odadan çıktılar, Okan Hanımın odasına geçtiler, yol masraflarını, otel faturasını, yemek ve yol harcırahını ödediler. Bir haftalık Erzurum seyahatinden eline bir haftalık maaşı kadar da para kalmıştı. 

 

Ahmet sevinçle iş yerinden çıkarak Selahattin Karagözü ziyarete gitti. 

Bir saat sonra eski işyerinde eski patronunun karşısında idi. Kendisine Erzurum seyahatini tek tek anlattı. Nasıl depo saydığını, kasa defterlerini nasıl incelediğini, hele hele bölge müdürünü bir günde nasıl bulduğunu, Vali ve Belediye Başkanı ile nasıl görüştüğünü anlattı. Bütün bunlarda kendisinin önemli katkısının olduğunu vurguladı. Erzurum’dan getirdiği bakır işleme kuran muhafazasını ve içindeki Diyanet basımı Kuran-ı Kerimi de kendisine hediye etti. Selahattin Bey dindar biri değildi. El işleme bakır muhafazasını da ve Kuran-ı Kerimi aldı, teşekkür etti, evinin en güzel yerine asacağını söyledi. 

Ahmet hem minnet duyduğu birine teşekkür etmenin rahatlığı, hem de başarılı bir seyahatten dönmenin sevinci ile evinin yolunu tutu. 

 

Ahmet Başer ColgatePalmolive firmasında 2 yıl çalıştı. Başarılı bir çalışma ortamında mutlu ve huzurlu idi. Zaman zaman amcasını ziyarete gittiklerinde Orsel’de işlerin iyi gitmediğini duyuyordu. Selahattin Karagöz ile bir daha görüşme ortamı olmadı.

 

İki yıl sonra Hayat Kimya deterjan fabrikasına transfer oldu. İyi bir ücretle daha iyi imkânlarla çalışma hayatında hızla yükseliyordu. Aklında Selahattin Karagöz’ün tavsiyeleri hep duruyordu. İstanbul’da firmalarda üst düzeyde çalışan yöneticiler, büyük paralarla bir başka firmaya transfer oluyorlardı. Ahmet bunu bilmediği için bu transferlerden para alamadı ise de,  daha yüksek ücretler alarak evini almıştı. 

 

Hayat Kimyada da 2 yıl çalıştı, oradan da Gökkuşağı Sprey Boya Fabrikasına satış müdürü olarak geçti. Orada da 2 yıl çalıştıktan sonra çalıştığı şirketin ortağı oldu. İstanbul’a geleli 6 yıl olmuştu ama Allah kendisine önce, büyük şirketlerde çalışmayı, evini, arabasını almayı, sonra da çalıştığı şirkete ortak olmayı nasip etmişti. Bunların şükrünü vermekten acizdi. Ama çok çalışıyor, dürüstlükten, doğruluktan ayrılmıyor, kendisine verilen emanete sahip çıkıyordu.

Bir gün yatsı namazını kılarken birden aklına hac farizası geldi. Namazda kendi kendine içinden konuşuyordu. İslam’ın şartı beş. Şehadet kelimesi getirmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek ve hacca gitmek. Hacca gitmenin dışında hepsini yapmıştı. Ama hac borcu duruyordu. Namaz bittiğinde karar vermişti. En kısa zamanda hacca da gidecekti, böylece dinini tamamlamış olacaktı. 3 aylık geliri ile hac masraflarını karşılayabiliyordu. Yatsı namazından sonra eşine hacca gitme fikrini açtı. Eşi de sevinçle karşıladı. Hemen ertesi gün hazırlıklara başladılar ve Ten Tur firmasının  ilk kafilesi ile hacca gittiler. Uçakta hostes yanlarına gelerek kafiledeki en genç hacı olduklarını söyledi. Ahmet 33, eşi ise 30 yaşında idi. 

45 gün sonra Hacdan döndüğünde, yanına aldığı ortaklarının ihaneti ile karşılaştı. Kendisinin yokluğunda “Ceyar” lakaplı ortağı Hüseyin C. hisselere el koymuş, şirketi ele geçirmişti. Uzun mücadeleler sonunda Gökkuşağından ayrılmak zorunda kaldı. 

Bu zaman zarfında Selahattin Bey ile bir daha karşılaşmadı. Nerelerde idi? Fabrikasının işlerinin bozulduğunu, hatta kapandığını duymuştu ama kendisi ne yapıyordu bilmiyordu.Bir ara amcası yurt dışında olduğunu söylemişti. Ama ne için gittiğini bilen yoktu.

 

Başer ColgatePalmolive Samsun Seyahatinde 

 

 

VAKIF GUREBA HASTANESİ YILLARI

 

1994 yılının mart ayında, sisli bir İstanbul sabahında, Ahmet’i Vakıf Gureba Hastanesi doktorlarından Şaban Bey aradı. İş durumunu sordu. Ahmet de, 1993 döviz krizi sebebiyle kurdukları işletmenin geçen hafta kapandığını, henüz bir iş bakmadığını boşta olduğunu söyledi. Dr. Şaban Bey de, “eğer kabul edersenizsizi Vakıf Gureba Hastanesi İşletmelerinin başına genel müdür olarak atama yaptıralım” dedi.  Ahmet’in bir işi yoktu henüz. Neden olmasındı?Sevinerek kabul etti. Dr. Şaban Bey de ertesi gün Ankara’dan gelecek bakan ve genel müdür ile tanıştıracaklarını söyleyerek hastaneye davet etti. 

Dr. Şaban Bey ile her hafta Birlik Vakfı toplantılarında birlikte oluyorlardı. Ahmet çalıştığı iş yerinden sonraki vaktini Birlik Vakfında geçiriyor, kültür komisyonunun faaliyetlerini organize ediyor, konferansların da sunuculuğunu yapıyordu. Dr. Şaban Bey de kültür programlarının müdavimlerindendi. 

Ertesi gün Ahmet, sekiz ay önce hacdan dönerken bıraktığı sakalını keserek, takım elbiseli kravatlı olarak Vatan Caddesindeki Vakıf Gureba Hastanesine gitti. Başhekimlik katında bir telaş vardı. Ankara’dan gelen misafirler içerideydi. Başhekim Dr. Ayhan Bey, Vakıflar Bölge Müdürü Yusuf Bey, Devlet Bakanı Necmettin Cevheri hepsi içerde idi. 

Dr. Şaban Bey Ahmet’i salonda karşıladı. Kısaca yapacağı işi anlattı. Vakıf Gureba Hastanesi sekizyüz yataklı, Türkiye’nin en büyük hastanelerinden biriydi. Yüzden fazla doktor, iki yüz civarında sağlık personeli ile günde beş bin kişiye muayene, teşhis, tedavi hizmeti veriyordu. Bu hastanenin otopark düzenlemesi yapılacak, kantin ve kafeteryaları genişletilecek ve yenilenecek, temizlik ve yemek hizmetleri modernize edilecek ve daha sağlıklı hale getirilecek, tamir bakım atölyeleri modernize edilecekti. 

Bütün bu işler Ahmet tarafından koordine edilerek yönetilecekti. Mevcut durum ise vahimdi. Her hafta Uğur Dündar’ın yapımcılığı ve sunuculuğunu yaptığı özel bir TV kanalında, Arena programında mutlaka Vakıf Gureba Hastanesinden bir skandal haber çıkıyordu. Birhafta sular kesik, bir hafta elektrikler kesik, bir hafta jeneratör arızası sebebi ile hastaların ameliyathanede ölümü, daha neler neler. Bütün bunların bir düzene sokulması gerekiyordu. Bu yüzden memur olmayan, özel sektörde başarılı olmuş bir müdür iş başına getiriliyordu. 

Ahmet görevi kabul etti. Sayın Bakan Necmettin Cevheri ve Vakıflar Genel Müdürü ve İstanbul Bölge Müdürü ile de tanıştırdılar. Hepsi hayırlı olsun dileğinde ve tebriğinde bulundular. Ahmet o gün görevine başlamış oldu. 

Ertesi gün kendisine ayrılan odasına yerleşti. Sibel adında liseden yeni mezun bir kız sekreterliğini yapacaktı.  Önce mevcut personel ile bir tanışma toplantısı yaptı. 

Yemekhanede yapılan toplantıya, aşçılar, garsonlar, temizlik işçileri katılmıştı. Mevcut kadro çok yetersizdi. Hastabakıcılardan aşçı,garson, temizlikçi yapılmıştı. Yemekler kötü idi.  Hastanede temizlik berbattı. Her taraftan kir pas içindeydi.

Ahmet, ilk iş olarak yeni ve kaliteli bir aşçı ekibi oluşturdu. Başka iş yerlerinde çalışmış tecrübeli aşçıları işe aldı. Sonra kat görevlilerinden temizlik ekibi oluşturdu. Elli civarında yeni işe alınan olmuştu. Bunların aylık ücretlerinin sağlanması gerekiyordu. Devletin verdiği ödenek ise bunları karşılamaya yetmiyordu. Yeni gelir kaynakları bulmalıydı.

İlk aklına gelen otopark ücreti oldu. Her gün bin civarında otomobil hastane bahçesine giriş yapıyordu. Her girenden 1 TL alınsa günde bin TL, ayda otuz bin TL ederdi. Hâlbuki Ahmet’e en az elli bin TL ek gelir gerekliydi. Geriye kalan yirmi bin TL nereden bulunacaktı. Ama bir çaresi bulunmalıydı.

Bu fikrini vakıf yönetim kuruluna açtı. Kabul gördü,karar alındı. Şimdi hastanenin otoparkını düzenlemeye sıra gelmişti. 

Hastanenin oturduğu yer 70.000 m2 alandı. Bunun 10.000 m2’si  hastanebinası, geriye kalan bahçe idi. Ama bu bahçeyi kuşbakışı nasıl görebilirdi. Giriş çıkış dönüş ve park alanları nasıl planlanacaktı. 

Ertesi gün Birlik Vakfında akşam toplantısında, İSKİ’ye bağlı Suser Genel Müdürlüğüne yeni genel müdür aranıyordu. Eski İSKİ yönetiminin kurduğu militan bir kadrodan bahsediliyordu.  Yeni gelecek Genel Müdürün biraz sert ve disiplinli olması gerekliydi. Ahmet’in aklına Birlik Vakfından Tuncer Bey geldi. Hemen oracıkta tavsiye etti. Yapsa yapsa bu işi Tuncer Bey yapar dedi. Aradan geçen birkaç gün içinde Tuncer BeySuserGenel Müdürlüğüne başlamıştı.

Ahmet’in aklına geldi. İSKİ’yeveya Suser’eait bir helikopter olmalıydı. İstanbul’un su havzalarını havadan kontrol ediyorlardı. Hemen telefon edip, Tuncer Bey’e hayırlı olsun ziyaretine geleceğini söyledi. Tuncer Bey de “buyurun bekliyorum” deyince zaman kaybetmeden Vakıf Gureba Hastanesinden çıktı. Doğruca Suser’inYenikapı’daki yerine gitti. Dış kapıdan adını söyleyip nizamiyeden içeri geçti. Helikopter pistinin yakınında bir yönetim binası vardı. İçeri girip hoşbeşten ve hayırlı olsun dedikten sonra Ahmet, Tuncer Bey’e otopark planlaması için hastanenin kuşbakışı resimlerinin çekilmesi için helikoptere ihtiyacı olduğunu söyledi. Tuncer Bey de bir saat sonra su alanlarının keşfi için havalanacaklarını, benim de kendileri ile gelebileceğimi söyledi. Çay kahveden sonra pilotlar hazır oldukları haberini getirince hep birlikte helikopter pistine geçtiler.

Ahmet ilk defa helikoptere binecekti. Heyecanlıydı ama bu heyecan zor bir işi çözmenin hazzı ile göreve dönüşmüştü.  Helikopteri iki Rus pilot kullanıyordu. Arka koltukta ise Ahmet ve Tuncer Bey vardı. Sarsılarak havalandılar. Önce Terkos Gölü üzerinde uçtular, sonra Kemerburgaz Barajı üzerinde dönüşe geçtiler. Vatan Caddesi üzerinden geçerken Ahmet Rus pilota İngilizce burada duraklamasını söyledi. Eli ile de hastaneyi gösterdi. Pilot daireler çizerek Vatan Caddesi boyunca bir inci gibi uzanan Vakıf Gureba Hastanesinin üzerinde tur atmaya başladı. 

Ahmet yanında getirdiği fotoğraf makinesi ile sürekli fotoğraflar çekiyordu. Bu arada hastanenin çatısına elli metre kadar yaklaşan helikopterin pervane sesi hastanenin duvarlarında yankılanıyordu. Hastası, doktoru hepsi pencerelere koşmuş ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. Ahmet, bahçede el sallayan hasta yakınlarına ve pencerelerden elini siper edip bakanlara aldırmadan sürekli fotoğraflar çekiyordu. 

Turu tamamlayıp Yenikapı’daki piste iniş yaptılar. Ahmet, Tuncer Bey’e teşekkür edip hastaneye döndü. Hastaneye geldiğinde helikopterin yarattığı anafor henüz geçmemişti. Önce başhekime gitti. Sonra da vakıf yönetim kuruluna gitti. Onlara yaptığı işi anlattı. 

-Helikopterdeki sen miydin?diye hayretle sordular.  

-Evet dedi, Ahmet. 

-Nasıl bindin? Kimden destek aldın? 

-Yarın size resimleri getireceğim, otopark alanının birlikte planlayacağız, diyerek odasına geçti.  

Ahmet, ertesi gün elinde büyük boy fotoğraf kâğıdına basılmış fotoğraflarla toplantı odasına girdiğinde havası yerindeydi. Başhekim ve yönetim kurulu hayretle fotoğraflara bakıyorlardı. Ahmet eline aldığı cetvelle ve renkli kalemle giriş kapısından başlayarak bütün bahçeyi birer araçlık çizgilerle işaretledi. Hastanenin Çapa Tıp Fakültesine çıkan kapısını da sadece ambulanslara açık bırakarak sivil araç trafiğine kapattılar.  Böylece en az beş yüz araçlık bir otopark ortaya çıkmış oldu. Sabahtan ve öğleden sonra olmak üzere günde iki defa dolup boşalması halinde bin araçlık bir gelir kaynağı bulmuşlardı.

Şimdi sıra kantin ve kafeteryalara gelmişti. Hastane bahçesinde üç metrekarelik küçücük bir kantin kulübesi vardı. Buradan kolonya mendil gazete satılıyor, hastaneye gelenlerin ihtiyaçları karşılanmaya çalışılıyordu. Oldukça yetersizdi. 

Ayrıca doktorların oturup çay kahve içebilecekleri bir kafeteryaları yoktu. Hâlbuki hastanenin çatı katı boştu. Manzarası da güzeldi. Ama bugüne kadar yapılamamıştı. Üstelik Ahmet’in kafasında katlarda seyyar olarak hastalara odalarında hizmet verecek satış arabaları da vardı. Ancak bunları yapabilmek bugüne kadar mümkün olmamıştı. Çünkü memur kafası ile yönetim olmuyordu. Girişimci ruh ve cesaret ile işi bilmek gerekiyordu.

Önce mutfağı ve yemekhaneyi  düzene soktu. Ardından da yeni temizlik ekibi ile pırıl pırıl bir hastane ve hijyen temizlik ortamı oluşturdu. Şimdi sırada kantin ve kafeteryalar işi vardı. Ama bu işi kiminle ve nasıl yapacağını bilmiyordu. 

 

 

TERKOS GÖLÜ VAKIF GUREBANIN TAPULU MALI

 

Ahmet’in göreve başlamasının üzerinden henüz bir hafta geçmişti ki, bir gün eski Başhekim Prof. Dr. Asaf Ataseven Hoca elinde bir eski tapu ile Ahmet’in odasına geldi. Hoca oldukça öfkeliydi. Ahmet ne olduğunu soramadan söze girdi:

-Bu İSKİ var ya buİSKİ, dedi.

-Ne olmuş İSKİ’ye hocam dedi Ahmet.

-İSKİ bizim hastaneye su borcundan dolayı ihtarname çekmiş. 3 gün içinde su borcu ödenmezse icraya vereceklermiş. Ödenek yok. Su borcu çok. Nasıl öderiz? Nerden buluruz bu kadar parayı?Hâlbuki Terkos gölü bizim vakfın malı. Bizim suyu bize parayla satıyorlar. Hastane parayı ödeyemeyince de icraya veriyorlar. Nasıl bir iştir bu?

-Hocam ne diyorsunuz? Terkos gölü, yani bütün İstanbul’un suyunu tedarik ettiği göl bizim Vakıf Gureba Hastanesinin malımı?

-Tabii ki ya. Elimde Osmanlı tapuları var. İstesek onları geri bile alırız ama kim uğraşacak. Kimin gücü yeterki?

-Ben uğraşır bu işi çözerim hocam. Siz bana tapuları yeni Türkçe’ye tercüme ettirip getirin. Gerisini bana bırakın.

-Yapabilir misin gerçekten. Eğer bunu yaparsan hastaneyi büyük bir borçtan kurtarırsın.

-Siz merak etmeyin hocam.

Ertesi gün sabah Prof. Dr. Asaf Ataseven Hoca elinde bir demek evrakla Ahmet’in odasına geldi.  Gerçekten de koskoca Terkos gölü ve etrafındaki araziler Bezm-i Âlem Valide Sultanın, Vakıf Gureba Hastanesine vakfettiği arazilerdi. Eski Türkçe tapuları yeni Türkçeye tercüme ettirmişti. 

Ahmet elinde tapularla İSKİ’nin yolunu tuttu. İSKİ’nin başına Prof. Veysel Eroğlu Genel Müdür olarak yeni atanmıştı. İstanbul’un su sorununu çözmeye yoğunlaşmıştı. Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığını kazanınca onu Yıldız Teknik Üniversitesinden İSKİ’nin başına genel müdür olarak getirmişti. 

Ahmet’in elinde tapularla İSKİ’yle girmesi ve Genel müdürün odasına geçmesi ile işi çözümleyip çıkması yarım saatini almıştı. Ahmet’in elindeki tapuları gören Genel Müdür, Terkos’un VakıfGureba’nın malı olduğunu görünce su parasının tahsilat işleminin ve icranın durdurulmasını ve bundan sonra da su parası tahsil edilmemesini talimat vermişti.

Bu haber Vakıf Gureba’da sevinçle karşılanmış, Ahmet Aydınlı’nın süper başarısı olarak konuşulmaya başlanmıştı.

Ahmet,Bezm-iÂlem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastanesi İşletmeler Genel Müdürü olarak işe başlayalı iki ay geçmişti. Bu zaman içinde 25 kişilik yeni bir yemek hizmetleri ekibi işe başlamıştı. Artık yemekler lokanta kalitesinde çıkmaya başlamıştı.

Yine 20 kişilik yeni bir temizlik ekibi işe başlamıştı. Günün her saatinde hastanenin her tarafı pırıl pırıldı. Ahmet bu iki ekibi denetlemek için, bazen akşam, bazen gece yarısı, bazen de sabah erken hastaneye geliyor denetimler yapıyordu. 

Otopark hizmetleri için de 5 kişiyi işe almıştı.  İkisi güvenlik üçü de bilet kesme işlerine bakıyordu. Ayrıca hastanenin bahçesinin çiçeklendirilmesi ve bakımı için 1 ziraat mühendisi ve 1 bahçıvan işe almıştı. Şimdi her yer rengârenk çiçeklerle doluydu. Her mevsimin çiçeklerini de Büyükşehir Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğünden hibe olarak alıyordu. 

 

 

SELAHATTİN KARAGÖZ İLE VAKIF GUREBA HASTANESİ YILLARI 

 

Ahmet bir gün odasında otururken dış kapıdan sekreterin odasına biri girdi.  Ona bir şeyler söylerken aradaki buzlu camın arkasından gelenin Selahattin Karagöz olduğunu anlayan Ahmet, yerinden fırlayıp kapıya koştu.  Bu sırada sekreter Sibel de yerinden kalkmış makam odasının kapısına gelmişti. Ahmet kapıyı açınca:

-Efendim Selahattin Karagöz adında bir bey sizi ziyarete gelmiş, deyiverdi. 

-Tamam, kızım gelsin!Selahattin  Bey o. Benim eski patronum.

Kapının ağzında kucaklaştılar. Ahmet şaşkın ve sevinçliydi. 8 yıl aradan sonra Selahattin Beyi ilk defa görüyordu. Odaya geçtiler. Ahmet,adet olduğu üzere Selahattin Beye saygısından onu makam koltuğuna davet etti. Ama Selahattin Bey oturmadı. Masanın karşısındaki misafir koltuğuna geçti. Takım elbise giymiş, kravat takmış önünü düğmelemişti. Misafir koltuğunun ucuna ilişti.  Zayıflamıştı.Eskiden olduğu gibi hayat doluydu.

Ahmet merak dolu bakışlarla söze başladı.

-Selahattin Bey hoş geldiniz, ne iyi ettiniz, yıllardır görüşemedik. Nerelerdeydiniz?

-Hoş bulduk Ahmet’ciğim. İyi diyelim iyi olsun. Yıllardır Kıbrıs’ta idim. Yeni döndüm.

-Neler yaptınız oralarda?

-Ahmet’ciğim senin haberin yok herhalde. Sen Orsel’den ayrıldıktan  iki sene sonra işlerimiz bozuldu. Ortaklarla anlaşamadık, ayrıldık. Şirketin bütün borçları bana kaldı. Ortaklar yurt dışına kaçtı. Orhan Bey Fransa’ya, Murat Bey de Kıbrıs’a yerleşti. Ben de onlardan alacaklarımı alabilmek için peşlerine düştüm.

Bir kaç sene Kıbrıs’ta kaldım. Kıbrıs’a giden eski ortağım Murat Beyden alacaklarımı alamadım. Çok zor durumlarda kaldım. 

Şimdi ise İstanbul’a geri döndüm. Ben yurt dışında iken eşim benden boşanmış. Biliyorsun kayınpederim Avukat Mustafa Karagöz’dü. Kendisinde vekâletim vardı. Evimi malımı mülkümü benden almışlar. Şimdi hiçbir şeyim yok. Yurt dışından dönünce eve gittim almadılar, kalacak yer olmayınca Yusuf Enişteye yerleştim. Orada kalıyorum. Neyse olan oldu artık. Boş ver sen bunları. Benim senden bir ricam var.

-BuyurunSelahattin Bey emriniz olur.

-Ahmet’ciğim ben senden iş istiyorum. Ne iş olsa yaparım. Yeter ki geçimimi sağlayacak bir kazancım olsun. Buraya gelirken minibüs parasını enişteden aldım. 

 

Ahmet’in başından kaynar sular dökülmüştü. Şaşkındı. Ne diyeceğini bilemedi. Yutkundu. Dili damağına dolaştı. Kendisine 8 yıl önce kol kanat geren, iş veren eski patronu şimdi onun yanında çalışmak için iş istiyordu. Hayret edilecek bir durumdu. Kekeleyerek:

-Selahattin Bey siz benim eski patronumsunuz. Ben size ne iş verebilirim ki, dedi. 

Sonra da aklına parlak sandığı bir fikir geldi. Sekreteri Sibel’i çağırdı. 

-Sibel bak kızım. Selahattin Bey benim çok sevdiğim eski patronum. O ne zaman gelirse kapımız açıktır. Ben olayım olmayayım ne isterse ver. Para isterse de benim maaşım kadar parayı kasadan kendisine verebilirsin. 

-Peki efendim. Nasıl isterseniz. 

Selahattin Bey ucunda oturduğu koltuktan hızla kalktı. 

-Ben sadaka istemeye gelmedim. İş istemeye geldim. Bana iş verirsen çalışır alnımın teri ile kazanırım. Yoksa karşılıksız para istemem! dedi.

Ahmet şaşkındı. Aklına gelen parlak sandığı fikirden hemen vazgeçti.

-Selahattin Bey burası bir hastane. Burada ne iş yapabilirsiniz ki. Burada temizlik, yemek, park bahçe işleri var. Hem ben size nasıl iş emrederim. Buna edebim müsaade etmez. 

 

Selahattin Bey aradığını bulamamamın siniriyle odadan çıktı gitti. Ahmet de ardından kapıya gitti ama, Selahattin Bey çoktan koridora çıkmıştı bile. 

Ahmet şaşkın çaresiz yerine oturdu. Sibel de ne olduğunu anlamaya çalışan şaşkın gözlerle müdürüne bakıyordu. 

 

Ahmet akşamı zor etti. Selahattin Karagöz hikâyesinin tamamını amcasından dinlemeliydi. Saat 17.00’de işten çıkıp doğruca amcası Yusuf Bey’in Bayrampaşa’daki evine gitti. Selahattin Bey eniştede kalıyorum demişti ya. Amcası da işten yeni gelmişti. Ahmet telaşla “Selahattin Bey evde mi” diye sordu. “Hayır, henüz gelmedi” cevabını alınca rahatladı. Amcasına sordu:

-Amca bugün hastaneye Selahattin Bey geldi. Bir şeyler anlattı. Sen Selahattin Bey’in her şeyini biliyorsun. Neler oldu anlatır mısın?

-Selahattin Bey, geçen yıl fabrikayı kapatmak zorunda kaldı. İki ortağı vardı. Onlardan ayrıldı. Zaten ortakları ona kazık atıyordu. Şirketin alacaklarını ortakları topluyor, borçları Selahattin Bey’e kalıyordu. 1993 krizinde döviz iki katına çıkınca sermayesi de kalmadı. Mecburen Orsel mobilya fabrikasını kapattı. Ortakları yurt dışına çıktılar. O da Kıbrıs’a giden ortağı Murat Beyden alacaklarını almak için peşinden Kıbrıs’a gitti.  

Kıbrıs’ta bir yıl kaldı. Lefkoşe’de bizim damadın evinde misafir oldu. Alacaklarını alamamış. Bu arada kendini içkiye vermiş, hastalanmış. Orada kendisine bakan olmayınca da Türkiye’ye döndü. Geldiğinde hasta idi. Kendisini İstinye Devlet Hastanesine yatırdık. Apandisit ameliyatı oldu. Kayınpederi ve eşi eve almayınca da bize geldi. Biz de kendisine kol kanat gerdik. Evimizin bir odasını ona tahsis ettik. Burada yat, kalk, bizimle ye, iç, otur dedik. İki aydır bizde kalıyor. Ben de ona her sabah az çok bir cep harçlığı veriyorum. Çıkıp dolaşıyor. Bize “iş arıyorum” falan diyor. Biz de hayatına karışmıyoruz. Geçenlerde eski tanıdığı bir işadamının yanına benzin istasyonunda pompacı olarak işe girmiş. İki gün zor dayanmış. Onun yapacağı iş değil zaten. Eski tanıdıklarına gittiğinde “Ooo Selahattin Bey gelmiş “ diyerek kapıda karşılıyorlarmış, sonra da çalışmak için iş isteyince çay kahve ısmarlayıp kibarca gönderiyorlarmış.  

Biliyorsun zamanında o bize iş vermişti. Şimdi yardım etme sırası bizde, dedi.

 

Ahmet:

-Bugün hastaneye benden iş istemeye geldi. Ben de kendisine bir iş veremem dedim. Çünkü eski patronum o benim. Nasıl iş buyuracağım kendisine değil mi? Üstelik alkol da alıyordur hala. Burası hastane. Ona uymaz ki.  

-Yok, hayır, iki aydır alkol almıyor artık. Hastalanınca temelli bıraktı. Bizim yanımızda alamaz zaten. Ama sen ona bir iş ayarlasan iyi olur. 

-Tamam amca, iş verelim de, ne işi yapabilir ki. 

-İşadamı o. Her işi bilir. Ya kendi yapar veya kendi yapamazsa yaptırır. 

-Peki amca yarın bakarız inşallah. Hadi bana müsaade. Eve gideceğim.

-Selam söyle çocuklara.

-Aleyküm selam.

 

Ertesi sabah Ahmet, yemek ve temizlik işlerini kontrol ettikten sonra odasına döndü. Sekreterine arayan soran oldu mu diye sorarken,sekreterinin telefonu çaldı. 

-Buyurun efendim, Vakıf Gureba Hastanesi İşletmeler Genel Müdürlüğü ben Sibel.

-Kızım Ahmet Beyi bağlar mısın, ben Doç. Dr. Himmet Karazeybek. Çocuk Kliniği Şefi. 

-Tabi efendim bağlıyorum, dedi ve içeriye bağladı. 

-Ahmet, ben Dr. Himmet Karazeybek. Selahattin Bey sana gelmiş iş istemiş vermemişsin. 

-Evet doktorum doğrudur. Kendisi benim eski patronum olunca iş veremem dedim. 

-Olsun sen ona bir iş ver. Çok mağdur durumda. Aslında eskiden çok zengindi. Ama başına gelenlerden sonra evine gidecek parası yok şimdi. Sana gönderiyorum. İlgileniver. Bizim vakıf işletmeleri bünyesinde bir iş ayarla. Ben karar aldırırım.

-Peki doktorum gelsin.

Ahmet anladı ki Selahattin Bey’e mutlaka bir iş verilecekti. Aslında kantin ve kafeteryalar işi vardı ama yapabilir miydi ki? Koskoca holding patronu Selahattin Karagöz hastane kantini veya kafeteryası işletebilir miydi?

Bunları düşünürken Selahattin Bey kapıdan giriverdi. Yine ceketi düğmeli yine saygıda kusur etmeden eski oturduğu yere ilişiverdi. 

Ahmet endişeli bakışlarla:

-Selahattin Bey, hastane kantinleri yenilenecek, bir de doktorlar için kafeterya açılacak, yapabilir misiniz? 

-Yaparım tabii ki. Ben Orsel Mobilya Fabrikası varken Leventte Mazgal Restoranı da işletmiştim. Bilirim o işleri.

-Peki, yalnız iki şartım var.   Birincisi bundan sonra alkol almak, kullanmak yok. Çünkü burası bir hastane.

-Tamam. Alkolü bıraktım zaten aylardır ağzıma koymuyorum. Sen merak etme. 

-İkinci olarak da birlikte çalışacak isek, bir personelim  gibi olabilecek misiniz?

-Şu halime bir baksana. Şimdi bile ben bir çalışan personel, sen de bir müdürsün. Saygıda bir kusurum oldu mu? Bundan sonra da yapmam merak etme. 

-Tamam, o zaman anlaştık. Sibel kızım bir atama yazısı yaz. Selahattin Karagöz yarından itibaren hastanemizin Kantin ve Kafeteryalar Müdürü olarak atanmıştır. Bütün ilan tahtalarına da yazıyı asın.

-Peki efendim. Hemen yazıyorum.

-Şimdi Dr. Himmet Karazeybek’e de haber edelim. Hatta ona da yazının bir suretini elden götürün. 

Haydi, Selahattin Bey birlikte hastaneyi bir dolaşalım. Nerelere kantin nerelere kafeterya olabilecek bir bakalım. 

Önce, ellerinde atama yazısı ile Dr. Himmet Karazeybek’in odasına gittiler. Atama yazısını elden verdiler. Himmet Bey çok sevinmişti. Dedi ki;

-Ahmet Bey, Selahattin benim çocukluk arkadaşımdır. İlkokulu birlikte okuduk. Yıllar sonra tekrar bir araya geldik. Çok sevindim. Ben de geleyim de birlikte kantin ve kafeteryaların yerini belirleyelim. 

 

Üçü birden odadan çıktılar. Önce başhekimin odasına gittiler. Başhekim Doç. Dr. Ayhan Bey ile Selahattin Beyi tanıştırdılar. Ona hem Genel Müdür Ahmet Aydınlı hem de Çocuk Klinik Şefi Doç. Dr. Himmet Karazeybek olumlu referans olunca, başhekim de,  tecrübeli ve güvenilir birisinin kantin ve kafeteryaları işletmesinin iyi olacağını söyledi ve bir an önce işlere başlanmasını istedi.

 

Dördü birden hep birlikte hastanenin kantin ve kafeterya olabilecek yerlerini belirlediler. Biri bahçeye, biri başhekimlik katına, biri poliklinikler katına biri de terasdaki boş alana kurulmak üzere dört yere kantin ve bitişiğinede  kafeterya kurulması kararı alındı. Hatta ayaküstü verilen karardan sonra herkes işinin başına dönerken, başhekim sordu:

-Ahmet Bey bu işler kaç ayda biter?

Ahmet’in cevap vermesine fırsat kalmadan Selahattin Bey atıldı:

-Bir ayda biter. Önümüzdeki ay açılışa buyurun, deyiverdi.

Zamansız ve aceleyle verilmiş bir cevaptı. Ve süre çok kısa idi. Bunu konuşmak için Ahmet’in makam odasına geçtiler. Ahmet sordu:

-Bir ayda nasıl yapacağız bu işleri Selahattin Bey? Hiç olmazsa 3 ay deseydik. 

-Siz merak etmeyin. Bana imkân verin ben hepsini bir ayda hazırlarım. 

-Ne gibi bir imkân?

-Bana 40-50 bin TL çek yazın verin. Ben onlarla bu kantin ve kafeteryaların her şeyini alırım. Sonra da çeklerin günü geldiğinde oradan yapılan satışlarla çekleri öderim. 

Ahmetne yapalım?der gibi  Dr. Himmet Bey’e baktı.  O da,“sen yaz ver çekleri, Selahattin ödemezse maaşımızdan öderiz” dedi. Ahmet çekleri yazıp verecekti vermesine ama bunlar ödenmezse kendi maaşı bunları ödemesine yetmezdi.  Ama olsundu, eski patronuna karşı bir vefa borcu vardı. En azından onu ödemiş olurdu, Selahattin Bey’in ticari dehasına da güveniyordu. 

 

Ahmet, Selahattin Bey’in işe başladığının ertesi günü, 15’er gün ara vadeli 4.000 TL’lik 10 adet çeki verdi. Selahattin Bey de aldığı çekler ile hızlıca işinin başına geçti. 

 

İlk hafta inşaat işleri ile demirci işleri yapıldı. İkinci hafta alüminyum doğramalar,  kapılar, camlar ve raflar yapıldı. Üçüncü hafta elektrik su tesisatları, havalandırmalar, masalar sandalyeler ve satış reyonları yapıldı. Dördüncü hafta içinde kamyonlarla mallar geldi. Raflar tıklım tıklım satılacak mallarla doldu. Kolonyadan kâğıt havlu ve peçeteye, her çeşit içecekten her türlü paketlenmiş yiyeceğe, her çeşit bisküvi ve çikolatadan her çeşit yapma çiçeğe kadar her şey vardı.  

Selahattin Bey, işe başlandığının 29. günü Ahmet Bey’in odasına gelerek “yarın açılışa hazırız” dedi. 

Ahmet de önce başhekime, sonra bütün doktorlara ve hastane personeline kantinlerin açılışına davet için haber gönderdi. Selahattin Bey de bir jest yaparak “ilk gün bütün çay kahve benden herkese bedava” deyiverdi. 

 

Ertesi gün büyük gündü. Camları Beyaz kâğıtlarla kapalı kantin ve kafeteryalar törenle açıldı. Kâğıtları kaldırıldı. Kantinlere mal veren firmaların gönderdiği çiçekler ile salonlar doldu taştı. Selahattin Bey’in vişne rengi kıyafetler giymiş 8 kişilik kantin kafeterya ekibi her haliyle göz dolduruyordu. Başlarında da Selahattin Bey muzaffer bir komutan gibi işleri idare ediyor, bir eksik kalmaması için koşuşturuyordu.

 

Açılışta ilk konuşmayı Genel Müdür olarak Ahmet yaptı. Sonra vakıf yönetim kurulu üyeleri Dr. Şaban Bey ve Dr. Himmet Bey konuştular. En son olarak da Başhekim Dr. Ayhan Bey konuştu:

-Değerli arkadaşlar, bugün bu açılışın yapılacağına ben inanmamıştım. Zira bundan otuz gün önce buraları bomboştu. Ahmet Bey kantin ve kafeteryalar müdürü olarak Selahattin Beyi atadığında da bir anlam verememiştim. Üstelik bana ilk gün verdikleri 30 gün içinde kantin ve kafeteryaların kurulacağı ve açılacağı sözüne de inanmamıştım. Ama görüyoruz ki, özel sektör mantığı ile düşündüğünde bunlar olabiliyormuş. Dr. Şaban Bey Ahmet Beyi getirdi. Ahmet Bey özel sektörden geldi. Ahmet Bey de Selahattin Beyi getirdi. Selahattin Bey de eskiden işadamı olarak başarılı faaliyetler yapmış biri olarak bu işi 30 günde bitirdi ve bugün açılışı yapıyoruz. Bu kantinlerden bütün personel ve hastalar piyasadan daha ucuza alış veriş yapabilecek. Bu kafeteryalarda doktorlar, hastalar, hasta yakınları, çalışan personelimiz temiz ve uygun fiyata çay kahve içebilecekler. Üstelik buraları 24 saat açık olacak. Hastanenin 6 katında da seyyar kantin arabaları odaları tek tek dolaşarak hastalara refakatçılara ve personele hizmet verecek.Ben hiçbir hastanede bulunmayan bu imkânlarıBezm-i Âlem Valide Sultan Vakıf Gureba Hastanesi olarak sunduğumuz için gururluyum mutluyum. Herkese hayırlı uğurlu olsun diyerek, kurdeleyi kesti.  

 

Hep beraber kafeteryaya girdiler. Ortadaki masaların üzerindeki açılışa özel yaptırılmış kuru pastalardan yediler, özel kıyafetli garsonların özenle sunduğu çayları kahveleri içtiler.

Ahmet olan bitenden memnundu. Selahattin Bey’in bu başarılı çalışması kendisine de puan kazandırmıştı. Gerçekten İstanbul’daki devlet hastaneleri ve özel hastanelerde böyle bir hizmet yoktu. 

 

Her akşam saat 5’de Selahattin Bey kasalardaki tahsilatları topluyor, Ahmet’in yan odasındaki muhasebeciye teslim ediyordu. Her on beş günde bir ödenecek olan 4.000 TL’lik çekin parasını günler önceden hazır ediyordu. Böylelikle Ahmet’in verdiği vakıf işletmesinin çekleri gününden önce bankaya yatıyordu. 

Böylelikle Ahmet’in yazdığı çekler zamanında ödenmişti. Selahattin Bey’e duyduğu güven daha da artmıştı. 

 

 

RECEP TAYYİP ERDOĞANIN ZİYARETİ

 

Günlerden bir gün saat 17.00 sıralarında bir telefon geldi. İstanbul’a yeni Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmiş olan Recep Tayyip Erdoğan halı sahada top oynarken düşmüş ve omuzu çıkmıştı. Ortopedi doktoru olan Dr. Ahmet A. da Vakıf Gureba Hastanesinde görevli idi. Başkanın korumaları önden gelerek, Tayyip Bey’in birazdan geleceğini, ama bunun basına sızmaması gerektiğini bildirdiler. Ahmet de Başkanın iki araba ile hastaneye giriş yapmasını, öndeki resmi arabanın başhekimlik kapısına yanaşarak beklemesini, Başkanın ikinci sivil araç ile arka kapıya gelmesini, oradan da mutfak asansörü ile 6. Kata çıkarılacağını bildirdi. 

 

Tam da dediği gibi oldu. Başkanın kolu sarılı olarak hastaneden çıkarken fotoğrafını çekmek isteyen gazeteciler çoktan başhekimlik kapısında yerlerini almıştı. Ama boşuna beklediler. Mutfak asansörü ile ortopedi katına alınan Başkan Erdoğan özel odaya alınmıştı, kolu askıya alınarak bandaj yapılmış ve aynı geldiği kapıdan çıkarılmadan önce Ahmet ve Başhekim Ayhan Bey hastanede yapılan yenilikleri kendisine kısaca anlatma fırsatı bulmuşlardı. 

Bu arada Eşi Emine Hanım ve kızı Esra da haberi alınca hastaneye geldiler. Ahmet onlara da refakat etti ve arka kapıdan alıp 6. Kattaki Başkanın odasına getirdi.  

Daha sonra aynı şekilde tekrarlayan omuz çıkması sebebi ile hastaneye gelen Başkan Erdoğan “ Vakıf Gureba Hastanemiz kamunun Amerikan Hospitali olmuştur” diyerek hastaneyi ve verilen hizmetleri övmüştü.

 

Gerçekten de hastaneye gelen hasta sayısı ikiye katlanmıştı. İhtiyaca cevap verebilmek için akşam vardiyası konularak ek mesai ile doktorların çalışması ile daha çok hastaya muayene olma imkânı sağlanmıştı. İhtiyaç olan ek personel alımının bütçesini de Ahmet kantinlerden ve otoparklardan gelen para ile karşılıyordu. Herkes memnundu. 

 

 

 

SELAHATTİN KARAGÖZ VE ESKİ EŞİ

 

Günlerden bir gün Selahattin Bey yanında bir bayanla Ahmet’i odasında ziyarete geldi. Ahmet bu bayanı tanımıştı. Selahattin Bey’in eski eşi Esmeray Hanımdı. Ahmet onlara kolonya çikolata ikram ettikten sonra Selahattin Bey,

-Ahmet’ciğim biliyorsun biz Esmeray hanımla ayrıydık. Benişlerimin bozulması sebebi ile iflas edip Kıbrıs’a gidince kayınpederim elindeki ona daha önce vermiş olduğum genel vekâletname ile beni eşimden boşamış, güya evleri icradan korumuş. Ama döndüğümde eve kabul edilmeyince ben de ısrar etmemiştim. Şimdi ise işimi tekrar yoluna koydum. Evimi geçindirebilecek kazancım var. Bu yüzden biz tekrar bir araya gelmek istiyoruz, dedi. 

-Ben de çok sevindim, dedi Ahmet. Esmeray Hanımı da size geldiğimizde birkaç defa görmüştüm. Hayırlı uğurlu olsun, bana düşen ne varsa yapmaya hazırım.

-Senden iki şey isteriz. Birincisi Esmeray Hanım evde boş oturuyor. Gelip bize yardım etmek istiyor. Onu da kadroya almak isterim. Ama bugün bize izin verirsen birlikte boğazda bir yemeğe çıkalım. Eski günleri yadedelim isteriz, dedi.

-Tabii ne demek seve seve. İstediği zaman gelsin. Ama ben size bugün benim arabamı vereyim.  Yemeğe onunla gidin. 

-Teşekkür ederiz dedi Selahattin Bey ve eski eşi. Birlikte el ele çıkıp yemeğe gittiler.

Aradan geçen birkaç ay içinde kızları da hastane kantinlerine babalarını ziyarete gelip gitmeye başlamışlardı. Mutlu bir aile tablosu çiziyorlardı. Sinem ve Didem tam bir babacı kız idiler. Ama kaderleri onları babalarından ayrı yaşamaya itmişti, şimdi yeniden bu fırsatı yakalamışlardı. 

Anne ve kızlar babalarının yanına hergün gelir gider olmuşlardı. Ahmet de onları gördükçe hem yanlarına giderek onlarla oturup çay kahve içiyor hem de eski günleri gözünün önüne gelince hüzünleniyordu. 

Ahmet bu ailenin Levent’teki Villa Esmeray’da geçen günleri aklına geldikçe kahroluyordu. Bu kızlar dadıları tarafından el bebek gül bebek büyütülmüşlerdi. Esmeray Hanım bir günden bir güne yemek yapmamış, bulaşık yıkamamıştı. Her şeyi evdeki hizmetçiler yapıyordu. 

Ama şimdi aradan geçen 8 yıl içinde neler olmuştu neler. Villa satılmış, dadılar hizmetçiler ayrılmıştı. Onlar da herkes gibi sıradan bir insandı şimdi. Normal bir apartman dairesinde oturuyorlar, belediye otobüsü ile gelip gidiyorlardı. Hatta geçim sıkıntısı içinde idiler.  

 

 

BOSNA SAVAŞI YILLARI

 

1994 yılının ortaları idi. Bosna’da savaş başlamıştı. Tansu Çiller Başbakanlığındaki T.C Hükümeti BM kararlarına uyarak Bosna Savaşında taraf olmadı. Müslüman Boşnaklar Hristiyan Sırplar tarafından etnik soykırıma uğruyor, Avrupa’nın ortasındaki bu zulme bütün dünya seyirci kalıyordu. 

Aliya İzzetbegoviç başkanlığındaki bir avuç Boşnak Müslüman evlerini, yurtlarını, canlarını, ırz ve namuslarını koruma çabası içinde idi. 

 

Türkiye eski Osmanlı coğrafyasındaki bu Müslüman kardeşlerine yardım etmek istiyor ama doğrudan yardım edemiyordu. Ancak sivil toplum kuruluşları eli ile el altından yiyecek giyecek yardımı yapabiliyordu. Televizyonlardan her gün Saraybosna’nın pazaryerine düşen bombalar ile ölen Müslüman Boşnak kadınlar ve çocukların acıklı görüntüleri yayınlanıyordu. Ara sıra da Aliya İzzetbegoviç’in askerlerinin kahramanlık görüntüleri yayınlanıyordu. Ama daha çok katliam haberleri gösteriliyordu. Bu durum ise başta İstanbul olmak üzere bütün Anadolu’da infial ile karşılanıyor, herkes birbirine yapılabilecek bir şey yok mu? diye soruyordu. 

 

İşte böyle bir günde Birlik Vakfı kurucularından Suphi K. abinin oğlu Sedat K.’dan bir not geldi. Notta, kendisinin Bosna’da olduğu, Aliya’ya danışmanlık yaptığı, Bosna’da savaşan Müslüman Boşnak asker ve sivil mücahitlerin yaralarının tedavisi ve kopan kol ve bacaklarının ortopedi ameliyatlarının yapılması ve protez takılarak yeniden cepheye gönderilmeleri için yardım istiyordu. Notun sonuna doğru da 2 gün içinde bir otobüs dolusu yaralının İstanbul’a gönderileceği yazıyordu. 

Ahmet ve birkaç yönetici dışında bu bilginin sızmaması gerekiyordu. Çünkü iktidardaki Çiller Başkanlığındaki T.C Hükümeti BM kararları doğrultusunda doğrudan müdahil olmayacağını taahhüt etmişti. Yani bu yardım yapılırsa  uluslararası bir savaş suçu anlamına geliyordu. 

 

Ama Bezm-i Âlem Valide Sultan,Vakıf Gureba Hastanesini tam da bu amaçla kurmuştu. Müslümanların karşılıksız tedavi edilecekleri bir garipler hastanesi idi. Vakıf yönetimi bu yaralılara yardım etme kararı aldı. Her şey büyük bir gizlilik içinde olacaktı.  

 

İki gün sonra hastanenin arka kapısına bir otobüs yanaştı. İçinde Bosna’dan gelen yaralılar vardı. Ahmet ve bir arkadaşı gelenleri mutfak asansörü ile 6. kata almaya başladılar. Gelenlere bir de hasta giriş kaydı tutulması gerekiyordu. Ancak gelenlerin gerçek isimlerinin yazılmaması gerekti. 

Ahmet eline aldığı bir listeye isimleri kaydetmeye başladı. Mehmet Kabak, Ahmet Tabak, Mustafa Öztürk, Hasan Sarı, Hüseyin Kara, Ali Yılmaz, Osman Korkmaz……

Hastalar odalara çıktıktan sonra ortopedi kliniğinden bir hemşire elinde liste ile geldi.

-Efendim gelenlerin içinde 5 tane Mehmet Kabak, 3 tane Ahmet Tabak var ne yapalım? 

-Tamam, siz bırakın, biz size listeyi düzeltip tekrar gönderelim, dedi Ahmet.

Listeyi eline aldı bazılarının başına öz, bazılarının sonuna lar, ler ekleyip tekrar gönderdi. 

Gazilerintedavileri büyük bir gizlilik içinde yapılıyordu. Gereken el, kol, ayak, bacak protezleri de vakıf gelirleri içinden tedarik edilerek takılıyordu. 

Ahmet, akşam hesabı muhasebeye teslim eden Selahattin Bey’e de rica etti. 

-Selahattin Bey,bu gazilerden çay kahve parası almayalım.

Selahattin Bey de bu ricayı kırmadı. Bir ay boyunca Bosnalı gazilere çay kahve ne isterlerse bedavadan verdi.

 

Ay sonunda yaralıları getiren otobüs tekrar yaralı getirip, tedavi olan gazileri alıp Saraybosna’ya döndü. Bu tur birkaç defa devam etti. Saraybosna’dan Sedat K.’nın organize ettiği bu hizmet, savaşın kaderini değiştirecek ve Bosnalı savaşçılar Aliya İzzetbegoviç’in başkanlığında iki sene sonra savaşı kazanacaklardı. 

Aradan 20 yıl geçtikten sonra İstanbul Boğaz’ında Ortaköy’de bir yemekte karşılaşan Sedat K. ile Ahmet birbirlerine o günleri yâdeden bir sohbetle anılarını tazeleyeceklerdi. Hatta Sedat Bey Ahmet’e, “ Saraybosna’ya yolun düşerse seni hatırlayacak gazileri Gazi Hüsrev Bey camisinin bahçesindeki medresesinde bulabilirsin” diyecektir. 

Ahmet de ona “abi biz her şeyi Allah rızası için yaptık. O bilsin yeter“  diyecektir. Ama yine de aklının bir köşesinde yaralarını tedavi ettirdiği, eline koluna ayağına protez takılmasına yardım ettiği, sonra da savaş alanına dönüp vatanlarını kurtarmak için savaşan bu gazileri görmek isteği vardı.

 

ÖMRÜNÜN SON GÜNLERİ 

Vakıf GurebaHastanesi Kantin ve Kafeteryalar Müdürü Selahattin Karagöz, kısa sürede hastanede sevilen sayılan biri olmuştu. Bütün doktorlar ile arası iyiydi. Herkes ondan övgü ile bahsediyordu. Başta Başhekim ve vakıf yönetim kurulu üyesi olan doktorlar, AhmetBey’in odasına kadar gelip memnuniyetlerini ifade etmişlerdi.

Bu arada Selahattin Karagöz’ün eski eşi Esmeray da hergün gelip Selahattin Bey’e yardım ediyor, kasaya bakıyordu. Günde 5 bin kişinin girip çıktığı, 800 hastanın yattığı, 200 den fazla personelin olduğu bir hastanenin günlük cirosu neredeyse bir fabrika gibiydi. 

Bu arada Selahattin Bey dört kantin ve kafeteryaya yetişememeye başlamış, yanına yeni dört çalışan daha almıştı. Ama bu aldıkları çalışan değil de sanki ortak gibiydi. İşe girdikleri günden sonra hal hareketleri ve tavırları değişmişti. 

 

Bir akşam kasayı alırken Ahmet yeni işe aldığı kişileri sordu. 

-Selahattin Bey, kantinlere yeni elemanlar almışsınız. Kim bunlar tanıyor musunuz? Biliyorsunuz devlet hastaneleri içine sızmaya çalışan kötü niyetli mafya gibi insanlar var. Başhekim ve Ankara Genel Müdürlük bu konuda bizleri uyardı. Sakın onlardan olmasınlar!

-Hayır değiller. Ben bunları eskiden tanırım. Kötü insanlar değil. 

-Peki, nasıl çalışıyorlar, ücretleri ne kadar. 

-Onlara günlük kazançtan pay veriyorum. Sabit ücretli değiller. 

-Sen yine de dikkat et. Bu tür insanlar başınıza dert açabilir. Onların kimliklerini ve sabıka belgelerini kontrol ettiniz mi?

-Gerek yok dedim ya. Eskiden tanıdığım kişiler onlar. 

-Siz yine de benim istediğimi söyleyin, kimliklerini, ikametgâhlarını ve sabıka belgelerini görelim. 

-Peki,tamam, yarın getiririm. 

 

Selahattin Bey bir hafta sonra heyecanla gelerek yeni bir ev tuttuğunu söyledi. Evin Şirinevler’de boş bir daire olduğunu, dayayıp döşeyeceğini, ilerde eski eşi ile tekrar oraya evleneceğini anlattı. 

Ahmet de ev için gereken eşyaların teminine yardımcı olacağını söyledi. Ertesi gün de,evindeki fazla perdelerden bazılarını toplayıp bir daireye yetecek kadar perdeyi getirip kendisine verdi.

 

Selahattin Bey sanki eski bir zengin işadamı değilmiş de, ilk defa bir ev sahibi olan biri imiş gibi sevinçliydi. Kısa sürede eve gereken mobilyaları da ucuzluktan almıştı. Belki bazıları 2. eldi. Ama olsundu, başını sokacak kadar bir evi vardı ya. O kendisi için bir saraydı adeta. 

 

Aradan aylar geçti. Hastanede işler yolunda gidiyordu. Ahmet hastane vakfı bünyesinde beş işletme kurmuştu. 

 

Yemek hizmetleri işletmesinde 5 aşçı, 15 garson ve 5 bulaşıkçı ile günde 1.500 kişiye yemek hizmeti veriliyordu. Yemekler ve servis hizmetleri lüks lokanta kalitesinde idi. Bütün hastane personeli memnundu.

 

Temizlik hizmetleri için 20 kişilik bir kadro kurulmuştu. Günde iki defa bütün hastane pırıl pırıl siliniyordu. Temizlik için çeşitli parfümlü temizlik maddeleri ve dezenfektanlar kullanılıyordu. Hasta odaları, koridorlar, poliklinikler, yemekhane ve kantinler tertemizdi. Herkes bugüne kadar böyle temizlik görmemişti.

 

Kantin kafeterya hizmetlerinde 8 kişi çalışıyordu. Başlarında Selahattin Karagöz vardı. Kantinde satılan her şey dışarıdan % 10-20 arası daha ucuzdu. Kafeteryadaki çay, kahve, neskafe, ayran, süt, adaçayı vb. içecekler hem çok kaliteli hem de dışarıdan daha ucuzdu. Üstelik Selahattin Bey cömertlik gösterip birçok doktor ve yöneticiye bedava çay kahve servisi yapınca memnuniyetleri kat kat artıyordu. Hasta yakınları doktorlara ulaşmak için Selahattin Beyi aracı yapmaya başlamışlardı. 

 

Otopark hizmetlerinde 5 kişi çalışıyordu. Günde 1.000’den fazla aracın girip çıktığı bir hastanenin otoparkı hem güvenlik açısından hem de park düzeni açısından mükemmele yakındı. Oto hırsızlarına göz açtırılmıyordu.Üstelik arka bahçeye kurulan bir oto yıkama servisi ile doktorların arabaları piyasanın yarı fiyatına pırıl pırıl yıkanıyor anahtarları da odalarına teslim ediliyordu. Ahmet’in üniversiteden arkadaşı Veysel’in yeğeni Cevat da otopark görevlisi olarak işe alınmış ve diğer otoparkçıların da denetimi onun üzerinden yapılıyordu. 

 

Park bahçe hizmetlerinde ise 2 kişi görevliydi. Biri Ahmet’in yakın tanıdığı bir ziraat mühendisi Hakan, diğeri ise hastanede eskiden gündelikle çalışan bir bahçıvandı. Ahmet’in kontrolünde her mevsim çiçekler değiştiriliyordu. Baharda bütün bahçe rengârenk lalelerle sümbüllerle donatılıyor, yazın ise açelyalar ve menekşeler boy gösteriyordu. Dış duvarlara yakın yerlerde ise Yalova ortancaları yıl boyunca top top açıyordu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile yapılan bir anlaşma ile Vakıf Gureba Hastanesi belediye personeline öncelikle bakacak, Büyükşehir Belediyesi de hastanenin ihtiyaçlarına ücretsiz destek verecekti. 

 

Artık televizyonlarda hastane ile ilgili kötü haberler çıkmıyordu. Başta belediye personeli, devlet memurları ve Bağkur’lular hastanenin değişen yüzünden ve başarılarından bahseder olmuşlardı. 

Bu başarı başhekimi, idarecisi, doktoru, hemşiresi, hastabakıcısı, temizlikçisi, güvenlikçisi, otoparkçısı ile hep birlikte toplam kalite ile gelmişti.

 

 

SIR DOLU ÖLÜMÜ 

 

Ahmet’in Vakıf Gureba Hastanesinde göreve gelişinin birinci yılı dolmuştu. Yıldönümünde bütün personelin katıldığı bir toplantı yaptı. Toplantıya yemek hizmetlerinden 25 kişi, temizlik hizmetlerinden 20 kişi, kantin ve kafeteryalardan 8 kişi, otopark hizmetlerinden 5 kişi, park ve bahçelerden 2 kişi olmak üzere toplam 60 kişi katılmıştı. 

 

Ahmet bütün personeline katkılarından dolayı teşekkür etti. İkinci yılda da başarılarının devamı için daha disiplinli ve daha çok çalışmaları gerektiğinden bahsetti. Bu sırada Selahattin Bey’e de özellikle teşekkür etti. Selahattin Bey de toplantıya özel yaptırdığı pasta ve börekleri çayın yanında ikram etti. Burada da kibar ve cömert tutumu ile gönülleri fethetmişti.  

 

Aradan bir ay geçmemişti ki bir gün sabah işe geldiğinde sekreteri Ahmet’e Selahattin Bey’in evinde yangın çıktığını ve dumandan boğulduğunu haber verdi. 

Ahmet hemen amcasına haber etti. Dr. Himmet Bey’e de haber bıraktı. Ve aceleyle arabasına bindiği gibi Selahattin Bey’in Şirinevler’deki evinin yolunu tuttu. Yarım saat sonra eve vardığında itfaiye sokağı araç ve yaya trafiğine kapatmış, ikinci kattaki dairenin yanan pencerelerini söndürmüş, dışarıdan soğutma çalışması yapıyordu. 

 

Ahmet itfaiye ekibin şefine yaklaştı. 

-Sayın şefim, ben Vakıf Gureba Hastanesi müdürüyüm. Yanan evdeki şahsın da işvereniyim. Ne olduğu hakkında bilgi alabilir miyim?

-Efendim sabah 8.30’da yangın haberi geldi. Hemen intikal ettik. Yangını dışarıdan ve içeriden söndürdük. Dairede 50 yaşlarında bir erkek cesedi vardı. Dumandan boğulmuş halde bulduk. Biraz önce ambulansla Cerrahpaşa’ya kaldırdık. 

-Peki, yangının sebebi ne imiş, anlaşılabildi mi?

-Polis ve itfaiye raporuna yatağındaki tutuşmadan kaynaklı olarak rapor tutuldu. Zaten evde fazla eşyası yokmuş. Sadece yatağı yanmış. Yatak da sünger olunca zehirli gaz çıkarmış. Cenaze yanmamış ama dumandan boğularak ölmüş. Dumanları görenler itfaiyeye haber etmiş. Daire kapısını kırıp içeri girdiğimizde şahsı dışarı çıkardık. Bu sırada perdeler tutuşmuştu. Pencerelerin camlarını kırarak müdahale ettik. Yangını kısa sürede söndürdük. 

-Peki, rapordan bir suret alabilirmiyim?

-Eşi buradaydı. Ona verdik. Ondan alabilirsiniz?

 

 

Ahmet arkasını döndüğünde eski eşi Esmeray hanımla karşılaştı. Şaşırdı. 

-Esmeray hanım, geçmiş olsun, başınız sağ olsun. Siz burada mıydınız? Nasıl oldu bu iş?

-Ben sabah kuaföre gelmiştim. Sokağın başındaki kuaförde saçlarımı yaptırıyordum. Birden evden dumanlar çıktığını söylediler. İtfaiye ve ambulans geldi. Selahattin’i Cerrahpaşa’ya kaldırdılar. Dumandan boğulmuş dediler. Kesin ölüm sebebi otopsi raporundan sonra belli olur, dediler. 

-Ben Cerrahpaşa’ya gidiyorum. Yapabilecek ne var bakayım. Savcıya haber verelim detaylı bir soruşturma yapsınlar. Durup dururken bir insan neden boğulsun ki? Bunun sebebi ne olabilir ki? Siz sabahın bu saatinde buradasınız. Selahattin Bey karşıdaki apartmandaki dairesinde dumandan boğuluyor. Bana göre şüpheli bir ölüm bu.

-Savcıya falan gerekyok. Ölen ölmüş. Kalan kalmış. Yapacak bir şey yok artık. Araştırmaya ne gerek var. Polis bana da sordu. Şüphelenilecek biri var mı diye. Ben de yok dedim.

-Peki, siz bilirsiniz. Ben Cerrahpaşa’ya gidip otopsi ile ilgileneyim.  

-Siz bilirsiniz. 

 

Ahmet şaşkın ve çaresizdi. Arabasına bindiği gibi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi morguna gitti. Otopsi henüz yapılmamıştı. Başhekimin odasına girdi. Kendini tanıttı. Vakıf Gureba Hastanesinin İşletmeler Genel Müdürü olmak oldukça etkili bir görev olsa gerek ki, bütün kapıları açıyordu. Yanında morg görevlisi ile morga girdiler. Görevli morgdaki sıra sıra çekmecelerden birini çekti. Buz gibi soğuk odada Ahmet’in yüzüne ikinci bir soğuk da Selahattin Bey’in sararmış yüzünden vurdu. 

 

Daha dün capcanlı karşısında duran adam şimdi cansız ve buz gibi önünde yatıyordu. Yüzüne baktı. Dokunmak istiyordu. Ancak morg kuralları gereği dokunmak yasaktı. Daha otopsi yapılacaktı. Üzerinde bulgu aranacaktı. Sararmış yüzü ve morarmış dudakları, tam kapanmamış göz kapakları ona sanki bir şeyler demek ister gibiydi. Yüzünde yanık yoktu. Sadece burun deliklerinde duman izi vardı. Ellerinde parmak uçlarında siyah yanıklar vardı. Tırnakları simsiyahtı. Vücudunun başka yerinde hiçbir darp, ezik, kırık yanık veya başka bir iz yoktu. 

 

Çaresiz cenazeninbaşından ayrıldı. Başhekimin yanına çıktı. Bu sırada Dr. Himmet Karazeybek de gelmişti. Bu saatten sonra ne yapılabileceğini konuştular. Ahmet Başhekime Vakıf olarak bütün masrafları karşılayacaklarını söyledi. Himmet Bey de ben başhekime rica ettim. Masraf almayacaklar, ayrıca bir ambulans ile cenazeyi köyüne kadar da götürecekler dedi. 

Çaresizlik içinde beklemeye başladılar. Bu sırada Vakıf GurebaHastanesinden  sürekli telefonlar geliyor, Selahattin Beyi tanıyan doktorlar onun hakkında başhekimden bilgi alıyorlardı. 

 

Öğleden sonra otopsi işlemleri tamamlandı. Dumandan zehirlenerek öldüğü kesinleşti. Polis ve itfaiye raporlarında da şüpheli bir durum olmayınca defin işlemleri için ailesinin isteği üzerine Denizli’ye gönderilmesine karar verildi. Başhekim ambulans görevlendirmesi yaptı.  Morgdan yıkanmış olarak alınan cenaze tabut içinde ambulansa yüklendi. Tarihler 29.04.1995 tarihini gösterirken bir can daha ahirete yola çıkmıştı. 

 

Köye giden ambulansın arkasından kardeşleri ve yakınlarının içinde olduğu bir iki araba onu takip etti. Eşi ve çocukları gidenlerin arasında yoktu. 

Ahmet hemen köyünü aradı. Babası emekli müezzindi. Babasına Selahattin Bey’in vefat ettiğini biraz önce yola çıktığını yarın sabah köyde olacağını cenazenin köye defnedileceğini,  buna göre camilerden selaların verilmesini ve mezarlıkta kabrinin hazırlanmasını, köydeki yakınlarına da haber verilmesini istedi. 

Babası önce ölüm haberine inanamadı. Sonra da “sen merak etme gereken her şeyi biz yaparız” dedi. 

 

12 saatlik yolculuktan sonra ertesi sabah saat 9.00 da Denizli Çal Hançalar Aşağı Camiye indirilen cenaze öğle namazından sonra kalabalık bir cemaat ile aşağı kabristana defnedildi. 

Cenaze namazını kıldıran köyün kıdemli Hacı Efendi Hocası, 3 defa “ merhuma dünya ahiret haklarınızı helal ettiniz mi?” diye sorunca, herkes canı gönülden “helal olsun” diyerek mezarlığı çınlattı. 

 

Ardından dua okuyanlar çoktu. Yakınları, halaları, dayıları, hala ve teyze çocukları gözyaşları içinde uğurladılar edebi yurduna. 

1947 yılında doğduğu köyünden, 1965 yılında çıkıp, 1995 yılına kadar İstanbul’da 30 yılda şaşaalı, debdebeli, gösterişli  bir hayat yaşayan, ama gönlü hep tevazu içinde, insanlara alçak gönüllü davranan bir Selahattin Karagöz geçmişti bu dünyadan. 

Nisan ayının son günlerinde Denizli’nin sıcak topraklarında çiçekler açıp bahar gelirken, iyiliksever bir insan toprak oluyordu. 

 

Selahattin Karagözün Denizli’nin Çal ilçesi Hançalar Mahallesi Aşağı kabristandaki mezarı….

SONSÖZ 

 

Selahattin Karagöz, Anadolu’nun bağrından çıkıp, İstanbul’un çetrefilli hayatı içinde her türlü hali yaşamış bir insan. 

Kendi yaşamının yanı sıra başka hayatlara da yön vermiş birisi. 

Bu hayat hikâyesi ondan sonra gelecek nesillere de ibretlik bir vesika.

Hayat dolu bir insan olarak yaşamının bu kadar kısa ve ibretlik vesikalarla dolu olacağını kendisi de bilemezdi. 

Kitabın yazarı da onun hayatına yön verdiği kişilerden…

Ahmet’in de hayatı sanki ona çok benziyor. İkisi de Anadolu’nun bağrından Denizli’nin bir köyünden yokluklar, sıkıntılar içinden çıkıp İstanbul’da birleşiyor.

Arkasında ana baba sermayesi olmadan, sadece medeni cesaretle çıktıkları yolda elde ettikleri (kısa süreli de olsa)   başarı arkadan gelen yeni nesile bir tecrübe olacaktır. 

O yüzden Onu hep rahmetle yâd ederim. Mezarını yılda en az iki defa ziyaret eder, Fatihalar gönderirim.

Allah rahmet eylesin, rabbim ona yaptığı hayırları ve yardımları adına rahmeti ile muamele eylesin. Âmin.   

 

ALLAHA MİRAÇ İLAHİSİ

Kuranı severek gönülden oku

İnan hiç bırakmaz kalbinde korku

Arz ile semada açılır kapı

Her kuran Allaha varmak demektir

 

Abdestte ellerin tertemiz yıka

Yüzün bakmalıdır umudla hakka

Baş ile ayaklar giderse hakka 

Her abdest Allaha tevbe demektir

 

Beş vakit namazı kılmalı insan

Bilmeli gayesin yaşanan her an

İçin bir hoş olur nurlanır inan

Her namaz Allaha miraç demektir

 

Tekbir ile kıyam ayakta olur

Kıraatlarüku yerini bulur

Aşık maşukuna orda kavuşur 

Her secde Allaha tevbe demektir

 

Haluk mahlukuyla orda buluşur 

Her secde Allaha miraç demektir

 

Ahmet Aydınlı , Bursa, 1984

 

Yeni Türkiye( Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'a)

Ey  yeniTürkiyenin  evladı,

5 den büyük dünya vardır.

Dünya ne derse desin,

Senden beklenen  karar vardır.

 

Sakın, korkma düşünme,

Sende imanlı yürek vardır.

Peygamber müjdeler göndermiş,

Ondan sana dua vardır.

 

Dünyada zulüm varsa ,

Mazlumun  ahı vardır.

Zalimler bir olsa da ,

Göklerden gelen seda vardır.

 

Sakın ecdadını unutma,

Senden beklenen görev vardır.

Kaderinde sana verilen,

Kararların üstünde bir kader  vardır.

 

Ey yeni Türkiyenin evladı,

Kalk ayağa, durma , çalış.

Medeniyyet sahibisin sen,

Senden beklenen yeni bir dünya vardır.

 

Ahmet Aydınlı

30.01.2015  Denizli

 

 

BİZ KİMMİYİZ? (Yüce Türk Milletine)

Yeryüzünü mescidbilip ,

İlayıkelimetullaheyledik.

Mekkede inen kur’anı,

Medinede kitap eyledik.

 

Kabeyi mihrap bilip,

Tekbiri  nidaeyledik.

Medineyimimberdeyip ,

Rasüle  selam eyledik.

 

Ahmet Yeseviyihoca ,

İlmini talep eyledik.

GeylaniyiGavsı azam,

Yoluna  hizmet eyledik.

 

1071 de Alpaslanla,

Anadoluyuyurt eyledik.

Fatihle İstanbulda ,

Çağlara dur eyledik.

 

Müjde-i rasülile,

Kostantiniyyeyifetheyledik.

Ayasofyayı kiliseden,

Şerefle cami eyledik.

 

MevlanaylaKonyada,

Mesneviyi sema eyledik.

YunusEmreyiAnadoluda,

Kendimizerehber eyledik.

 

Çanakkalede 7 düvele,

Şerefle cenk eyledik.

Türkiyeyi yeniden,

Tarihte var eyledik.

Mehmet Akifle coşup,

İstiklali marş eyledik.

Şehitlerin al kanını,

Devlete bayrak eyledik.

Necip Fazıl üstadı,

Şairlere sultan eyledik.

Gençlikte  köprübaşı,

Sakaryayı destan eyledik.  Ahmet Aydınlı, 30.01.2015,  Denizli

 

DENİZLİM ŞİİRİ

Meraklının biri, bir gün geçip karşıma,

Bakıp bana manalı  gözleriyle,

Dedi ki, biliyorum sen bir Egelisin,

Egelisin de Egenin neresindensin?

 

Dedim ki, bakıp gözlerinin içine,

Öyle bir yerdenim ki bilmemen imkansız,

Birkaç güzel beldesinden bahsetsem size,

Daha adını söylemeden hemen anlardınız.

 

Horozundan başlayıp devamla söze,

Bazı meşhur yerlerini  anlatayım size,

Sarayköyle Pamukkale bir ovaya kurulmuş,

Babadağ çıkmış dağa gözetçi olayım diye,

Afrodit güzelliğiyle Dünyada hep anılmış ,

Pamukkale ile şehir benzemiş iki sevgiliye,

 

Güneyden yol bularak indik ince yollardan,

Buldana yaklaşırken duyduk tezgah sesleri,

Musam türküsü okunur Derbent deresinden,

Ninelerin elinde döner yün kirmenleri,

Dünyaya ün salmış Buldanın yağlığı,

Daha ne diyelim gerisi can sağlığı.

 

Acıpayamla  Yatağan kurulmuşlar ovaya,

Cemilem türküsünü düğünde çağırmışlar,

Özay Gönlümle  Yareni bir araya gelip,

Ninemin mektubunu dünyaya okumuşlar.

Tavaslı  şivesi yakışmış şeherliye,

Öyle uzak durma , gelive gari beriye.

 

Işıklı barajından selam verip Çivrile,

Üzüm , Elma, Pancar deyip girelim.

Baklandan söz edip dur bakalım tarihe,

Miryakefalonda şahlanmış Kılıçarslana erelim.

Geniş ovasından Akdağından, Menderesten,

Geçip veda edelim burası bir bedesten.

 

Çal ovası üzümü, pekmeziyle meşhurdur.

Mitolojide Baküsün diyarı dedikleri,

Ortaköy , Develler, Akkent ordadır.

Dişçisiyle Hançalar, ağdasıyla Bekilli,

Memleketin garajı Süllerde kuruludur,

Gerisine yok hacet sözün kısası budur.

 

Çıkarsın yola Çaldan, geçerek Hançalardan,

Ortaköye gelince görürsün üzümleri,

Türkü olur söylenir gençlerin dillerinde,

Koparanın telinden Çökelezin Zeybeği,

Kızı, Tozu, Horozu hep beraber anıldı,

Adam , bildim! , burası Denizli diye bağırdı     

                                                                                                Ahmet Aydınlı, İstanbul ,1988

 

   Ahmet AYDINLI Resmi Kişisel sitesi